16 Eylül 2011 Cuma

Süphan Dağı'nın düzü , akla esen tehlikeli bir gezinin öyküsü


  Fındık ayı ama henüz fındıklar olgunlaşmamış, çayırlar biçilmiş.Bir hafta öncesindeydi, oğlum’un oynarken fındık dallarına asılı kaldığı sağ kolunda dirsek altından yaralanması. Kolunda sargısı vardı ama olsun, bu bizim gezimizi etkilemezdi.1996 yılının yaz mevsimi..
 
Bir anda verdiğim kararla eşime yirmi günlük bir tatil (daha doğrusu gezi) için “hazırlanın” demiştim. Nereye gideceğimizi ona da söylememiştim. Kızım on, oğlum beş yaşındalar. Hem zaten karadeniz’de öyle tatil dendiğinde de gidilip bir yerde deniz, kum güneş gibi bir gelenek henüz oluşmamış, Trabzon’un dışına her çıkılma, çevrende zaten “ohhh oh tatile hemi?” denilerek, öyle   algılanırdı.

Hem gezi diye bir kavram da sadece okul etkinlikleri olarak bilinirdi. Yoksa öyle çocuklar alsın arabasını, arkadaşlarını gitsin bir yerlere, böyle bir olgu da aile de garip karşılanır zaten her çocuk veya genç de anne ve babasının yanından eşini, çoluk çocuğunu alıp da gezmeye çıkarken bile düşünülürdü. “Babasız, annesiz gezme mi olurmuş” mantalitesi yaygındı. Ama ben de öyle yöresel geleneklere çok da uyumlu bir tip sayılmazdım. Onun için anne ve babamı kırmadan almıştım o izni ve yola da koyulmuştum bile..
 
Araklı’nın Yiğitözü köyünden çıktım yola, Trabzon’a kadar yine bir şey söylemedim. Erzurum yolu sapağından girdim Gümüşhane yoluna. Maçka, Zigana, Torul, Gümüşhane, Kale, Akşar derken Bayburt’a dört saatte vardık. Kardeşim, daha önce Muş’ta öğretmenlik yapmıştı, Süphan dağının yamacında bir köydü. Ama sadece o da değildi, gerekçem kayınbiraderim aynı zaman da kız kardeşimle de evliydi ve o da Muş’un Malazgirt ilçesi’nde görev yapıyordu. Onun da iki çocuğu vardı.  Telefon olsa da henüz şimdiki gibi yaygın değil ve istenildiğinde de hemen ulaşılmıyor ama onlara sürpriz yapacaktık. Bayburt’tan kardeşimi de aldık ver elini Aşkale, ılıca Erzurum. Erzurum’da Abdurrahmangazi Türbesi, çifte minareli medrese ve üç kümbetler derken zaman harcamamaya çalıştım.
Erzurum’dan sonrasında yolları da bilmiyorum yol şartlarını da. Kaç saatte Malazgirt’e varacağımızı da kestiremiyorum ama havanın kararmaması lazım. Hem o dönemler, o bölge de plakası takılı araçlardan çok plakasız araçların yollarda olduğu bir dönem. Terör kaygısı var ve jandarmalar zaten her yerleşim biriminin giriş ve çıkışında barikatlar kurmuş ve gelen geçen araçlara, “nerden geliyorsun, nere gidiyorsun?” diye soruyor. Hasankale (Pasinler), Köprüköy, Horosan, Tahir, Eleşgirt ve Ağrı’ya varıyoruz. Ağrı’dan Hamur, Tutak ve Patnos’a ulaşıyoruz ama artık hava kararmaya başlıyor. Hamur yolundayken benzinimiz bitiyor ve bir haylı yol aldıktan sonra tekrar geri dönmek zorunda kalıyor. Zaten zaman kaybımız da burada oluyor. Yollarda benzin istasyonu vardır umuduyla gidiyorduk ama o bölgenin bizim alıştığımız bölgelerden farklı olduğunu ve öyle adım başı istasyon olmadığını anlıyoruz.

 
Zaten Murat nehri vadisinden ilerlerken gördüğümüz sivil araçlarda plaka bulunmaması benim dikkatimi çekiyor ama kimseye hissettirmeden yola devam ediyoruz. Teyp’te de “eşkıya” kaseti var. Tam da oraların havasına sokuyor bizi. Hava iyice kararmadan ulaşalım diyoruz Malazgirt’e ama  yollar öylesine virajlı ve ürpertici kayalıklar arasındaki sürat yapamıyo..................yazının tamamı için tıklayınız

Hiç yorum yok: