13 Ekim 2011 Perşembe

Birkaç Guguvak öyküsü



Guguvak..çocukluğumuzdan  bildiğimiz, şapkasını Fes’e benzettiğimiz ve yerden biten bir şeydi. Bize sıkı sıkıya tembihlenirdi, “sakın kendi bulduğunuz guguvağı yemeyin” diye.. bizde ona uyardık ama  yayla yolunda veya yaylalarda gezerken rastladığımız guguvakları da alır, eve gider ve dedeme, neneme veya annemize sorar, eğer yenen türdense öylece yiyebilirdik. Yenmeyecek türlere genelde, yenmesin diyedir belki de ,”zehirli”  yerine  “köpek işemesi” denirdi.Çocukluktan aklımızda Guguvak yani mantarlarla ilgili kalan bilgi sadece bu kadardı. Zehirli olanlara , “köpek işemesi” denmesi de, bizi onlardan uzak tutmak için, “iğrenç”lik ifade eden deyim yerine geçmesiyle onlardan uzak dururduk.
Bizim Guguvak olarak bildiğimiz aslında yenilebilir doğal ortamlarda sisli ve rutubetli alanlarda, yağmur veya çiseden hemen sonra birden bire yetişen mantarlardı. Büyükçe bir guguvağı, Maçka'da ormanın bittiği bir noktada buldum, otların arasında..tamda mangal için yayla yolundayken..aldım, götürdüm.Büyükçe bir mangalda üzerine hafif tuz dökecek ve pişirecek, belki de et bile yemeyecektim, o kadar müthiş bir guguvaktı.Bir yandan et siparişimiz hazırlanırken, kasabın içinde  Mantardan iyi anlayan yöre sakinlerine  sordum, "yenir" dediler. Bir başkası, “yenir ama kurtlanmış, atun oni” dedi. Bir diğeri de, “la pirakun, adam ölecekta derdi sizi mi almış, bırakın yesun, garişmayin ona” diyende oldu. Başkaları da var tabi orada, “nerde buldunuz oni” diyor, sanki bu yıl hiç guguvak görmemiş gibi, belli ki çok seviyor. benim de kanaatim yenilebilir olduğu yönüneydi ve deneyecektim. Çünkü, ben o zamana kadar öylesine büyük guguvak görmemiştim.şöyle tuz döküp, iyi közlü bir mangalda pişmesini seyredecek sonrada tadacaktım. kırdım ortasından ikiye..çok küçükçe kurtlar vardı, kurtları görünce iştahım daha da kabardı!
Yirmi yıl kadar önce Araklı’nın Guguda olarak nam salmış Halilli köyünde kocası gurbette olan 35 yaşlarında bir kadın, 5 çocuğuna yedirmişti topladıkları mantarları ama zehirlenmiş çocukları ile birlikte KTÜ Tıp Fakültesi’nde tedavi altına alınmışlardı ama tabi onlardan bir tek çocuk kurtulabilmişti, o da yemeğe mızmızı olan ve belli ki o yemekten yememiş olmasıydı onu kurtaran. Diğerleri hep vefat etmişlerdi. Onları görmüş, haberini yapmıştık ama her guguvak görüşümde hala onları ürpererek hatırlarım. Fakat, tüm o hatırlamalarıma rağmen yinede bu bulduğum Guguvak, Şemsiye Mantarı’ydı. Bir yerde okumuştum, yanılmıyorsam “mantar kurtlu ise yenilebilir türdendir. zehirli mantarlarda kurt olmaz” diye.. bu bana da mantıklı gelmişti. Öyle ya ona da güveniyordum ama olmadı. birlikte gittiğim arkadaşlarım, "zehirlenir, bir de hastahaneler de uğraşmayalım, günümüz zehir olmasın" diye düşünerek benden  fotoğraf çekilme bahanesi ile  elimdeki mantarı alıp, orada büyük bir gayretle çiğneyip ezdiler, sonrada üzerinde tepindiler.çok üzüldüm.iyi ki bir kaç fotoğrafını çekmişim, tek tesellim onlar oldu.
 
Bir başka Mantara daha üzülmüştüm, o da Bayburt’un Kırkpınar köy yolunda kavaklıkların olduğu bölgedeydi. Kesilmiş kavak ağaçlarının kök kısmında kocaman kocaman mantarları görünce, topladık biraz. Ama oradaki mantarların tamamını toplasak belki 20 kişiyi doyuracak kadar mantar vardı. Birkaç tane aldık. kardeşim “bunlar yenilebilir cinstendir” dedi ve çığ olarak orada tadına da baktık. Bir şey olmamıştı ama o dev gibi olanını, güya bu işten iyi anlayan birilerini bulup, onlara danışıp öyle yemeyi düşünüyordum ama o da olmadı. O mantarı elimde gören bir arkadaşım, “ver biz onu yeriz” diyince ona verdim ama o da yiyememiş korkusundan meğer..,


Karadeniz yaylalarında bir çok çeşidi var mantarın ve ekonomik olarak değerlendirenler yok değil. Maçka’nın Lişer yaylasına giderken karşılaştığımız İstanbul’da ilköğretimde okuyan Fatih Alan adlı bir çocuk, yaz mevsiminde babaannesi ile yaylada yenilebilir mantarın bir çeşidini toplayı, bunları satıp okul harçlığını çıkardığını söylemişti mesela ama ona bile “aman ha, zehirli toplama” diye de tembihlemiştik. Evet, yayla yollarında çok çeşidi var ve bilmeyen insanlar için oldukça tehlikeli bu Guguvak merakı. Mesela yine Zuvas yaylasında Guguvak evelekleri denebilecek bölgeler bile vardır. Cameş cormalarının kenarlarında olan evelikleri, teyzemin oğlu İslam iyi bilir ve o çanta çanta toplar, bunlardan bizde ailece nasipleniriz.
Aslında Mantar diyip geçiyoruz ama mesela,
Wikipedia’nın “mantar” sayfasında konunun ciddiyetini ifade eden şu not vardır, “Önemli Uyarı: Vikipedi mantar maddeleri sadece bilgilendirme amaçlıdır. Buradaki bilgileri kullanarak mantar toplamayın. Zehirli ve yenilebilen mantarları birbirinden ayırt etmek bazen çok zor olduğundan yabani mantarlar sadece uzmanlar tarafından toplanmalıdır.”


Wikipedi'den bakıldığında, "Halk arasında Küf mantarı, Pas mantarı, Rastık mantarı, Maya mantarı, Mildiyö mantarı, Şapkalı mantar, kav mantarı, Puf mantarı gibi çeşitli isimlerle anılan bütün mantarlar, mantarlar (Fungi) alemi içersinde incelenirler. Latince Fungi mantarlar, Fungus ise mantar anlamındadır.Dünyanın her yerinde bulunurlar. Fazla nemli yerlerde daha çokturlar. Yeryüzünde 1,5 milyon kadar mantar türü olduğu düşünülmekte ise de günümüzde sadece 69.000 kadar türü tanımlanmıştır. Çoğu insan, mantarların bitki olduğunu düşünmektedir, ancak mantarlar bitki deği.................yazının devamı için tıklayın

İshakpaşa sarayı'ndan Ağrı dağı görünür mü?


  Aklımdadır hep, bizim Doğu veya Güneydoğu Anadolu bölgelerine neden kimse gitmez. Gezi sitelerine baksanız Türkiye dendiğinde hep ya Akdeniz veya Ege veya Marmara Bölgesi’nden ufacık bir dükkan, halıcı veya boncukcuyu yazarlarda bir türlü diğer bölgelere gitmezler. Güya gezicidirler ama Alanya’nın plajı, Çeşme’nin geceleri, Bodrum’un Halikarnas’ı, Fethiye’nin ölüdeniz’i, Antalya’nın kurşunlu, didem ve Manavgat  şelaleri..onlara inat bende  İkinci kez gidiyorum Ağrı, Doğubeyazıt’taki İshakpaşa sarayına. Öyle ya  Dünya’daki ilk merkezi ısıtma sistemine sahip, Selçuklu, Gürcü, Ermeni, İran, Türkistan ve Osmanlı mimarı tarzını yansıtan mozaik bir eser İshak Paşa sarayı.
 Bir önceki gezimiz 2001 yılındaydı ve yolu yapılmamıştı, o nedenle aracımızı sarayın altlarında bir yerde bırakıp, yürüme çıkmıştık. Henüz restorasyonu yapılmamıştı, kapıları açıktı o nedenle de zindanlarına kadar inmiş, gezebilmiştik. İkinci gidişimizde hem yolu vardı ve hem de yol kenarlarında artık restoranları ve dinlenme yerleri de oluşmuş bir turizm merkezi görünümüne kavuşmuştu. Hem zaten gidilebilir olmasının rahatlığı, artık önerilebilecek yer olması anlamına da geliyordu. Şimdi den hem de gözüm kapalı olarak, kesinlikle ölmeden görülmesi gereken yerlerden biri diyebileceğim kadar şiddetle hatta Rizelilerin ifadesi ile haain (şiddetli) önerebileceğim bir yer hem Doğubeyazıt ve hem de tabiî ki İshakpaşa sarayı ve çevresi. Bir yanda Ağrı dağı, bir yanda İshakpaşa sarayı bir yanda da Kürt ulusal destanı "Mem û Zin"’in yazarı Şeyh ,alim, şair Ahmed-i hani ya da  Ehmed Xani (1651- 1707)  Türbesi..


Ta Milattan önce 800’lü yıllarda Urartu döneminden yerleşime açık olan Doğubeyazıt aslında İshakpaşa sarayının olduğu bölgedeymiş ama yıkılmış, yakılmış derken şimdi sadece o saraya 5 kilometre  mesafede kalmış, sanki 5 bin 137 metrelik zirvesi ile  Ağrı dağı’nın adeta gölgesinde Ağrı’nın mütevazi bir ilçesi. Bir çok kaynakta her halde bizim “savaşcı bir millet” olma özelliğimizden(!) olacak, Saray’ın Kartal yuvasını andıran şekilde sanki sırf saldırılara karşı korunsun diye yüksek bir tepeye kondurulduğundan da söz edilse de aslında saray, İpekyolu’nun kontrolünü de amaçlayan bir saray. Topkapı sarayından sonraki en ihtişamlı ve gösterişli İshak Paşa sarayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun “duraklama devri” olarak nitelendirilen ve de “lale devri”ni de kapsayan bu örnek mimari eserin yapımına Doğubayazıt Sancakbeyi Çolak Abdi paşa tarafından 1685 yılında başlanıp, 1784 yılında oğlu Çıldır Valisi İshak Paşa(ikinci)  ve torunu Mehmet Paşa tarafından tamamlandığı tüm kaynaklarda belirtiliyor.


Sarayın hemen önündeki levhadaki tarihçesi;
"1685 yılında İshakpaşa'nın babası Çolak Abdi paşa tarafından başlanan saray oğlu ishakpaşa tarafından tamamlanmıştır.1784.7600 metre kare alanı kapsayan binanın oturduğu zemin kayalıktır.Duvarların yüksekliği 12 ile 15 metre arasında değişir.İshak paşa sarayının planında türk sarayları geleneği düşünülmüş  ve bina teşkilatı kimeler şeklinde içiçe iki avlunun çerçevesinde toplamıştır.Birinci avluya ikinci avluyu tonozlu bir geçit bağlar.(10 metre uzunluğundadır).ikinci avlunun dört yanı bina kümeleri ile çevrilidir.sağ tarafta sarayın mabeyni ile selamlık teşkilatının bina kümeleri, bir cami ve camiye bitişik bir türbe yer almaktadır.kesme taşlarla muntazam olarak yapılan binanın görkemli yerlerinden birisi de som çelik kaplama kapısıdır.Bu kapı 1917 yılındaki Rus istilası sırasında Moskova’ya taşınmış olup halen Moskova müzesinde bulunmaktadır.(dense de bu som altın kapının aslında Saint Petersburg(Leningrad) kentindeki Dünyaca ünlü Hermitage Müzesi'ndedir)  1685 yılında inşaatına başlanan sarayın kalorifer,kanalizasyon ve su tertibatı bulunmaktadır.sarayın arkasındaki bahçe harem dairesinin  dinlenme yeridir."
“kartal yuvası” benzetmesini yapanlara hak veriyorum tabi, hele şimdiki haliyle. Saray da Selçuklu, Osmanlı, ve Türkistan gibi Ulusal Türk Mimarlık tarzı denmesinin yanında, yabancı kaynaklarda saray mimarisinde Selçuklu ve Osmanlı’nın yanı sıra Gürcü, Ermeni, İran tarzlarından da söz ediliyor. İshak paşa sarayının tamamlanmasından 21 yıl sonra, Fransa’dan Napolyon’un 1805 yılında İran’a ajan olarak gönderdiği ve İshakpaşa sarayı zindanlarından 4-5 ay yatan P. Amedie Jaubert’in seyahatnamesi veya Fransız araştırmacı Charles Texier’in “Description del Armenie la Perse et la Mesopatamie” kitabında anlattıkları bir yana, elbette  Johan Other, Piton Van Tournefort, Eug Bore, Eli Smith, James Brant, Friedrich Parroth J.B Fraser, Carl Ritter, J. Bront, Salih Hayri, Amedee Le Faure, coğrafyacı V. Guinet, R. Baulanger, Yusuf Mahzar, M. Akok, H. Gündoğdu  gibi batılı ve yerli bilim adamı, coğrafyacı, arkeolog, misyoner, mimar, arkeolog, sanat tarihçilerinin ve seyyahların yazdıklarını tenzih ederek kendimce İshakpaşa sarayını anlatmak istedim. 
“Saray”ları biz Topkapı Saray’ı ile öğrenmeye başladık sıradan bir insan için sarayın çok da fazla bir anlamı ve de önemi yok. Nede olsa biz ne sanat tarihçisiyiz, ne mimar ne de arkeolog gibi özel ilgi alanlarında kitaplar yazacak insanlar değiliz ama seyyahların yazdıkları da onları aratmayacak kadar etkileyici güzel yazılar. Hele İshak paşa sarayını okumakla da geziliyor ama yok ben yinede kaç kilometre uzakta olursanız olun gidilince o uzaklıklara değecek ve sizi mutlu edecek bir görmeden söz ediyorum. O saraya gidinceye kadar ne kadar yorgunluğunuz varsa, saraya ulaştığınızda o yorgunluk için “değer be” diyorsunuz. O görkem, o ihtişam, o bilgi, o sanat ister istemez insanı etkiliyor. Hatta bir de o zindanlarının hikayelerinden haberiniz varsa, o zaman gezdiğinizde tüylerinizin diken diken olduğunu hissediyorsunuz. Mahzenlerin de ben öyle oldum.7 bin 600 metrekare alanda kimi yabancı kaynaklarda 366 odası,  bizde ise 116 odası olduğu yazılan camisi, hamamı,haremi,kütüphanesi, zindanları,sukemeri, türbe, aşevi,  toplantı salonları, eğlence yerleri, mahkeme salonu,çeşitli hizmet odaları, oturma odaları, uşak ve seyis odaları, muhafız koğuşları, erzak depoları, cephanelik,her odada  ocak,  dolap  yerleri kanalizasyon sistemi ve merkezi ısıtma sistemi ile bir külliye.. Hiç bir şeyden anlamasanız da insanın etkilenmemesi mümkün değil kısaca, öylesi bir saray. Hani insan bir resim tablosuna bakarda ondan kendince bir şeyler anlar ya, bizde yanımızda herhangi bir rehber olmayınca aynen o saray karşısında öylece kalakaldık. Hele şimdiki mimarileri de gören bir nesil olarak, acaba o eski mimarlar gibi insanlar olmak çok mu kötüdür diye de düşünmeden edemedik.


Saray, Ağrı dağını görüyor mu?
Çeşitli kaynaklarda da İshakpaşa sarayının neden Ağrı Dağı’nı görmediğine ilişkin efsaneler yer alıyor. ilk gidişimizde Sultan Ahmet Vakfı Başkanı olan İbrahim amcam, Saray’ın çeşmelerinin musluklarının altın olduğunu ve  24 saat süt akıtıldığını belirttikten sonra, “Ağrı dağı, Saray’ı kıskanmasın” diye Saray’ın ağrı Dağı’nı göremeyecek şekilde yapıldığını söylediğinde, görünmez mi koskoca Ağrı dağı diye düşünüyordum Doğubayazıt’tan hareket ederken . Saray’a çıkana kadar da  Mutlaka görür diye düşündüm ama yanılmışım tabi özellikle de sarayın penceresinden Ağrı Dağı’nı görmek istedim ama olmadı, gözükmedi. En uç kısmına bile gittim yine de göremedim. Aslında ben böyle bir saray yapsaydım ve koskoca bir Ağrı dağı manzarası görmeyecek olsaydı herhalde yapmazdım diye düşündüm. Ama belki orada Ağrı dağının zirvesinden eksilmeyen kar ve tepesinden ayrılmayan bulutları, belki psikolojik olarak sürekli kış mevsimini hatırlatabilir diye mi düşünülmüştür? Öyle ya orası zaten soğuk bir iklime sahip bir yerleşim, kim bilir. Bana kalsa, öyle bir saraya, Ağrı Dağı manzarası çok yakışırdı. Bana göre Sarayın  tek kusuru bu eksik manzara işte, naparsın!.............. haberin tamamı için tıklayın

Ağrı Bildirgesi ve Nuh'un gemisi


  Doğubeyazıt’ta çay içerken akşam olmak üzereydi. Doğubeyazıt’ta mı kalmak lazım yoksa Iğdır’a gidip orada mı kalalım diye düşünürken, her ikisinden de vazgeçip, Ağrı Dağı’nın yamaçlarında yapılan şu temsili Nuh’un gemisine gitmeye karar verdik. Ama karanlık çökmeden bu gemiyi bulmalıydık. Kimseye de sormadık, nasılsa yoldan görürüz diye düşünmüştük. Yola koyulduk, Iğdır’a doğru ama o Sarısu vadisinde bir rüzgar esiyor ki sormayın,toz dumana karışıyor. insanı uçuruyor o derece sert bir rüzgardı. Zaten hız yapmıyoruz ama o rüzgarın sizi savurur gibi yapıyor olması da yetiyor. Rüzgarın hani bir melodisi vardır, ıslık gibi işte o melodi ile yol alırken biraz  da daha da fazlası olabilir mi kaygısı ile ürküyoruz ama çok değil tabi.
 Karabulak’a varmadan yolda duran vatandaşın birini alıyoruz arabaya, ona soruyoruz Nuh’un gemisi maketini. İyi ki de almışız, zaten hava kararmaya yüz tutmuş ve Nuhun gemisi maketi de zaten D 975 karayolu, yani E-99’dan da gözükmüyormuş. Elmagöl’e geçmeden yol dan sağa Korhan yaylası yoluna sapıyoruz, Ağrı dağı’na doğru. 1,5  kilometre sonra da zaten gemiyi görüyoruz. Daha yeni yapıldığı her halinden belli, ahşaplar pırıl pırıl parlıyor. Yanına varıyoruz, uzaktan küçük gözükse de yanına vardığınızda Ağrı dağı heybetinde değil ama o doğada insan eli ile yapılmış bir eseri görünce hele bir de yanında dalgalanan flamaları ile bu dağın yamacına insan elinin değmiş olması duygulandırıyor bizi.kilidi yok, kapısından içeri giriyoruz. Orada yukarıda esen o Rüzgar da yok ama soğuk vardı, geminin maketinin içinde ısınıyoruz.Geminin içinde ağaç kokusundan başka hiç bir şey yok. İnsanlar bir eser yapmışlar, ıssız bir dağ başında diyorsunuz ama sadece bu kadar mı?

Veya amaçları neydi? Değil mi? İşin o kısmını ben bu kameti yapanların sitesinden alıyorum;
“Ağrı Dağı’nda deniz seviyesinden 2,500 metre yükseklikte yeni Nuh’un Gemisi’nin yapım çalışmaları çoktan başladı. 10 metreye 4 metre uzunlugundaki gemi, dünya liderlerine sonuçları ağır olacak iklim felaketlerine karşı vaktimiz kalmadığı konusunda uyarıda bulunmak için Greenpeace tarafından inşa ediliyor. Greenpeace Akdeniz Enerji Uzmanı Hilal Atıcı “İklim değişikliğinin sellere, kuraklığa, sulak ve ekilebilir alanların tükenmesine, hastalıklara, savaşa, kitlesel göçlere, insanoğlunun Nuh’un zamanından beri görmediği acılara ve ölüme yol açacağından artık şüphe duyulmuyor. Gezegenimizin doğal koşulları geri döndürülemez bir şekilde değişecek. Siyasi liderlerin ise bu konuda ciddi sorumluluğu bulunuyor.”


Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler’in bilimsel kuruluşu olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC ) yayınladığı raporda felaketi doğruladı ve başa çıkmak için yapılması gerekenleri gösterdi: 2050 yılına kadar küresel sera gazı salımları yarıya indirilmeli. G8 ülkelerinin ise  salımlarını 2020 yılına kadar 1990 seviyelerine göre ortalama yüzde 30, 2050 yılına  kadar ise %80 azaltmaları gerekmektedir. Greenpeace’in yayınladığı Enerji Devrimi raporu ise hükümetlerin hemen harekete geçmesi halinde IPCC’nin yapılması gerektiğini belirttiği bu değişikliklerin ekonomik kalkınmaya zarar vermeden nasıl yapılacağını gösteriyor. 
Greenpeace Almanya’dan Andree Böhling ise, “Heiligendamm’da yapılacak olan G8 zirvesinde iklimi koruma konusunda bir çok konuşma yapılacak, fakat bu konuşmaların arkasından Greenpeace’in koyduğu indirim hedeflerine ulaşmak için uygulamaya geçmek gerekiyor. Aksi takdirde G8 zirvesi iklim değişikliğinden sadece bahsetmekle yetinecek ve tarihi bir fırsat daha kaçacak. Başbakan Angela Merkel’in G8’in ev sahibi olarak özel bir rolü olmalı ve Almanya,  2020’ye kadar %40’lık bir indirime gitme hedefini koyarak örnek ülke olmalıdır” dedi.


Nuh’un gemisinin hem aslına, hem de Greenpeace’in yaptığı modeline evsahipliği yapan Türkiye’de ise iklim değişikliğinin ciddiye alınmadığını belirten Hilal Atıcı şöyle devam etti:  “OECD ülkeleri içerisinde sera gazı salımları en hızlı artan ülke Türkiye ve gelişme adına endüstrileşmiş ülkelerin düştüğü hatalar tekrarlanarak tipik bir gelişmekte olan ülke örneği sergileniyor. Hepimiz Türkiye’nin ilk adımları olarak ...................haberin tamamı için tıklayın

17 Eylül 2011 Cumartesi

Hapsiyaş köprüsü'nden Uzungöl'e


  Bir hayli zaman olmuştu Uzungöl’e yaz mevsiminde gitmeyeli..önceleri fırsat bulup gidiyorduk ama tabi gitmekten sayılırsa..bizimkisi iş icabı olunca, takipler nedeniyle gittiklerimizi ben gitmekten saymam. Hem zaten tüm görevliler bilir bunu, belli bir görevdeyken gidilmiş yerlere “gittim” denilecek gidişler olmaz onlar. Benimkisi de o hesaptı. Aslında bunu Rahmetli Adnan Kahveci,  eşi ve çocukları ile Uzungöl’de söylemişti.  Bana “işin yoksa, Sumela Manastırı’na birlikte çıkalım, bakanken gitmiştim ama o gidişler bana hiç gitmişlik hissi vermez, vermedi de zaten. Gidelim” gitmiştik.  O zaman bu zamandır düşünürüm ve o zamana kadar  görevli gittiğim bir çok yere gitmediğimi o zaman anlamıştım!Dokuz günlük Ramazan bayramını fırsata dönüştürüp, uzungöl’e çıkanlar öylesine çoktu ki, hani tabirimi mazur görün ama uzungöl doldu taştı tabiri abartı sayılmazdı. Son yıllarda daha çok arap turistlerin varlığından söz ediliyordu, bende merak ediyordum aslında var mı o söylenen kadar. Fakat yoktu, Araplar değil ama yerli turistlerden ben ya Arap göremedim ya da söylenenler abartıydı. Uzungöl, artık eskisi gibi değildi. Bir başka yazımda da söylemiştim, “Karadenizi önce biz gezelim” diye, o “biz” den kastım, Karadeniz insanıydı. Şimdi artık Uzungöl bile bize yabancı oluvermişti. o eski  uzungöl’in Uzungöl olduğu yıllardaki tenhalığın yerini, aşırı araç yığını ve dolayısıyla tıpkı o şehirlerdeki gürültü almıştı. Araçların birbirine yol vermesi bile sorun artık uzungöl’de.
Uzungöl, görmeyenler için gidilmesi gereken bir yer tabi. Fotoğraflarını hayal ederek büyüyenlerden tutun,  fotoğraflarını görünce, “ne mutlu size cennettesiniz” diye iç geçirenlere, gidip de doğasına, manzarasına doymayanların anlatımlarına imrenenlere  kadar hemen herkesi  büyüleyen  uzungöl’e çıkarken, Solaklı vadisinde hemen herkesin dikkatini çeken  Hapsiyaş Köprüsü’nde(Kiremitli köprü) fotoğraf çekmek için duruyoruz. Bu köprü,  ilk olarak 1935 yılında yapılmış ve bir başka örneği de bulunmadığı için 1996 yılında da “Anıtsal eser” olarak tescil edilmiş, 2002 yılında da aslına uygun olarak Trabzon valiliği tarafından restore edilerek bölge turizmine kazandırıldı. Hapsiyaş Köprüsü, sığınaktır aynı zamanda, yağmurlu havalarda o yöre sakinleri için. Köprünün hemen önünde yörenin kestane balı ve çiçek balı satışını yapan tezgahta fiyatları soruyorum. Çiçek balı 30 lira, kestane balı ise 50 lira. Aynı kestane balı Ayder’de 150 lira. Ayder balı diye de adlandırılıyor. Sanırım bu turizm patlaması, bizde fiyatları baya fırlatmış, canlı alabalık, çay ve bal fiyatları bana çok pahalı geldi. Düşüsenize çay yöresindesiniz ve ince bel bir bardak çay bir lira. Oysa kahvelerde çay normalde 40 kuruş. Neyse..


Oradan ayrılıp dedem, babam ve amcamların Çaykara’ya vardıklarında mutlaka ziyaret ettikleri,  ve bölgenin Müslüman olmasına  kaynaklı ettiğini söyledikleri Maraşlı köyündeki Maraşlı Saçaklızade Osman Efendi’nin türbesini ziyaret ediyoruz. Çaykara’nın hemen içinden, kaymakamlık binası önünden direk yukarıya doğru asfalt bir yolla çıkılıyor, oradan da devam edip, uzungöl yoluna zaten varılabiliyor. Hem manzarası ve hem de manevi havası ile Maraşlı Saçaklızade Osman efendi’nin türbesinden ayrılıyoruz. Son çıktığımda hala yolları tamamlanmamıştı Uzungöl’ün ama  artık tamamen asfalt ve yön levhaları da neredeyse eksiksiz yol boyunca. Tahmin ediyorum, hem bayram ve hem de hava güzel olunca Bayramın birinci gününde Uzungöl’ün kalabalık olabileceğini, yanılmamışım. Bir ara sanki İstanbul’da köprü trafiğine takılmışız gibi oluverdik. Araçların birbirlerine yol vermesi bile bir mesele oluverdi neredeyse. Türkiye’nin her yerinden plaka saymak mümkün tabi ama gurbetçilerle de yabancı plakaları da görebiliyoruz. İran plakalı araçlar da yok değil tabi.


Gölün çevresine dönülmüş o set duvarları ilk kez görüyorum, fakat aklıma uzungöl’ün suyunu karşılayan ve ilk kez DSİ tarafından yapıldığında Haldızan deresi üzerindeki bentler için de aynı “çevre kaygısı” dile getirilmişti zamanında ama o kalabalık trafiği gördükten sonra bende çevreci dostlarıma hak vermekten vazgeçtim. O  duvarlara rağmen göle uçan araçlar olmadı mı daha yakın bir zamanda, hem de ölümle sonuçlanan. İyi ki duvarla çevrildi Uzungöl, yoksa maazallah Uzungöl’in çevresini saran ve her birinin adeta birbirine inat “para hırsı” ile yapılmış o karmaşık binalar, göl möl dinlemez orayı da işgal ederdi kısa zamanda. O zaman da ortada Uzungöl diye bir yer kalmazdı zaten. Ellerinde birer cihazla bir zamanlar İstanbul sokaklarındaki  “değnekçi” leri ......................haberin tamamı için tıklayın

Yine Ramazan ve yine Fındık ayı


  Aradan  34 yıl geçmiş..Ne ulaşım ne haberleşme ne kentleşme şimdiki gibi değildi..sıcak yaz mevsiminde sabahtan akşama kadar fındık dallarından asılmak, sepet  doldurma yarışı yapmak öyle dile kolaydı. Şimdi onca yıl aradan sonra yeniden Ramazan ayı fındık ayına denk  geliverdi.  Ben o 34 yıl önceki Ramazan ayındaki fındık ayını ve fındık ayından anladığımı anlatacağım, tabi hatırlayabildiğim kadarıyla..Bu yıl fındık geç oldu,iklim değişiklikleri yüzünden her yıl Ağustos ayının ilk haftası başlanan fındık toplanmasına bu yıl ancak üçüncü hafta, yani 15 gün gecikmeli olarak başlanabildi.
 
Aslında Ramazan ayı, 32 yılda bir aynı zamana denk geliyor. Fındık ayı da bir ay sürüyor. Şimdiki gibi ne fındık toplama makinaları icad olmuş, ne patos denilen fındığı den eden makinalar var, ne fındığı yerden toplayan aletler, tabi ne de ot biçme makinaları yok o zamanlar. Oruçlu olduğumuz bir gün, bizim Keltemel diye adlandırdığımız fındıklıktayız. Dedem sağ o zaman, nenem de sağ tabi. Evdeki yaşlılar, fındık ayında evde yemek pişirme ve ev işlerini, diğer tayfanın tamamı, hani eli fındık tutanlarda çoluk çocuk hep birden inilirdi fındıklığa..
 
Sabah ne kadar erken saatlerde abuskala (Fındıklık- iş yapılan yerin yöresel adı, başlanmış bir iş alanı) inilirse o kadar fazla iş görüleceğinden, evde belli bir disiplin içinde hareket edilirdi. Evin reisi dedem, ne derse işler onun yönlendirmesi ile yürürdü. Fındığa başlanması için mutlaka Devlet’in belirlediği fındık toplama tarihleri dikkate alınırdı ki, fındıkta randıman (kalite) yüksek olsun. Erken toplanan fındıkta haşlanma, buruşukluk olacağı için genel de erken toplanması, bu sorunu oluştururdu tabi. Ve fındığı olmuş ve herkesten önce fındığını bitirmek isteyen bazı aileler vardı ki, gizli gizli fındığa erken başlar, bunu herkesten gizlerlerdi. Öyle ya, devlet erken fındık toplandığı ihbarını alırsa onun da bir cezası vardı.
 
 Mesela bakın Özellikle son yılların en düşük fındık rekoltesinin konuşulduğu bugünlerde, iklimsel değişikliklerden dolayı dallarda henüz olgunlaşmamış fındık karşısında erken hasadın üreticileri zarara uğratacağını söyleyen Ordu Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turan Karadeniz, "Üretici hem maddi yönden zarara girecektir, hem de Türk fındığının kalitesini istemese de düşürecektir. Dolayısıyla erken hasat edilen fındık üreticinin zararına olacaktır, üreticilerimiz 15 Ağustos’tan önce bahçeye girmemeli. Aceleyle ve erken toplanan fındıkta hem aflatoksin meydana geliyor, hem de fındık tam anlamıyla iç dolduramadığı için ürünün randımanı düşük oluyor" diye uyarıda bulunuluyor şimdiler de bile..
 
 Öyle evlerde sabah kahvaltısı yapılmadan inilirdi fındıklığa, güneş doğmadan.. herkes eline bir parça ekmek, biraz da Gurut (Suyu süzülmüş ayranla çökelek, minzi karışımının kurutulmuş, yumurtadan büyük hali) alır, onu fındık toplarken bir yandan yer ara sıra da tabi ona taze fındığı katık ederdi. Güneş biraz yükselince, şöyle fındık çuvalları da birer ikişer.................. haberin devamı için tıklayınız

Yaylalar, tatil köylerine mi dönüyor?


  Son yıllarda Karadeniz yaylalarının ünü yayılıp da İran, Azerbaycan, Gürcistan, Dubai veya Suudi Arabistan'dan da bölgemiz yaylalarına  insanlar akın akın gelirken, biz yerimiz de durur muyuz. Biz de çıkıyoruz sık sık yayla gezilerine tabi. Bir çok yaylanın adına bakmaksızın,  bir sebep bulup gitmeye çalışıyoruz. Bu gezilerimizde elbette daha önceleri de yaylalara çıktığımız arkadaşlarla yayla tekrarlarına da düşüyoruz. Her farklı gidişimiz de her bir yaylanın siluetinin değiştiğini, fiziki görüntüsünün farklılaştığını gözlemliyoruz. Bu farklılaşma, o yaylalarda daha önce gelinip,gidilmiş ve belki ihmal edilmiş Hardama(ahşap çatı kaplaması)ları çürümüş, kaybolmuşken birer kelifken şimdi onların yerlerinde sadece yedi günde tamamlanabilen prefabrik konutların birer mantar gibi dikiliyor olmasından kaynaklanıyor.
 
Hele bir de yaylanız, şimdilerde yol yapım çalışmaları hummalı bir şekilde süren Gümüşhane, Trabzon ve Bayburt’un neredeyse ortasında bulunan Çakırgöl Turizm Merkezi’ne yakınsa, bu yapılaşma yoğunluğunu daha da fazla görebiliyorsunuz. Geleneksel yaylacılık  yerine bu yeni konutlar, bu yeni yaylacıların “yaylacı” olmaktan çok tıpkı Akdeniz ve Ege’deki gibi yaylaları, birer tatil köyü şeklinde kullanacaklarını gösteriyor. Çünkü yeni yapılan yayla evlerinde, yaylacılığın en önemli gerekçelerinden biri olan hayvan besiciliği ve dolayısıyla da süt, tereyağı, peynir gibi ürünlerin elde edilmesini sağlayan hayvanlar için ahırlar bulunmuyor. Sadece tatil amaçlı yapılar olunca da biraz da yöre mimarisi yerine daha çok kentlerdeki binaları çağrıştıran yapılar dikkat çekiyor. 
 
Mesela Gümüşhane’ye bağlı Acısu yaylasının hemen yukarısında bulunan Yeni yayla’da ardı ardına yapılan yeni yayla evleri, birer villayı andırırken, halk arasında Yomralıların yaylası (Kasaboğlu) olarak bilenen ve Camiboğazı yaylası yolu üzerinde bulunan Yaylada da  betonunu attıktan sonra sadece yedi günde 68 metrekarelik bir prefabrik eve 25 bin liraya sahip olabiliyorsunuz. Ancak bu yeni yayla konutlarını tabi öyle her aklına esenin yapması anlamında değil de , o yaylanın çocuğu değilseniz yapamıyorsunuz. Mutlaka o yayla nüfusuna sahip olmanız ve daha önceden aynı yayla ile bağınız olması gerekiyor. Aksi halde size kamu hizmetlerinden sayılan mesela elektrik verilmiyor. O zaman da yayla evinizin yanında varsa bir akarsu, o akarsudan kendiniz elektrik üretip, evinize bağlayabiliyorsunuz.
 
Yeniyayla’da  villa tipi taştan bir ev yapmış olmasına rağmen İsmet Yaren, ulusal enerji hattından elektrik alamayınca bu kez  o evinin aydınlatılması için 6 bin lira harcayarak enerji ihtiyacını amatör bir şekilde de olsa  kontrolsüz enerji üretimi ile kendi santralinden karşılamak zorunda kalmış. Aynı enerjinin kontrol sistemi ile de üretilmesi  elbette biraz daha fazla masraf gerektiriyor.İşte İsmet Yaren'in bu yayla evine verdiği kontrolsüz enerjiyi görmeye gidiyoruz. yanımızda yine o  bir parmak kalınlığında da olsa bölgede akan tüm su kaynaklarının boşa akmaması gerektiğini düşünen  Enver usta'da, buradaki kontrolsüz elektrikte ölçümler yapıyor ve bu enerjinin kontrollü olması halinde voltaj düşüklüklerinin yaşanmayacağını ve tüm elektrikli cihazların çalışabileceğinin artık mümkün olduğunu söylüyor. oradan Acısu yaylasındaki dağ tesislerine geçiyoruz. yol kenarında 5-6 ayrı noktadan akan madensularını geçip, tesise varıyoruz ki tesisin önünde de sürekli boşa akan bir acısu çeşmesini görüyoruz. orada tatlı çeşmesine de "tatlı su" diye levha konmuş, öylesine fazla maden suyu kaynağına sahip ki yayla, tamda adının hakkını veriyor.
 
Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç Dr. Serkan DOĞANAY'in www.insanbilimleri.com daki İşlevsel değişim sürecinde Çakırgöl çevresinde yaylalar ve yaylacılık.” Konulu incelemesinde yayla evlerini  şöyle tanımlıyor;
 “Meskenler bir bölge ve onun egemen kültürü hakkında birçok özelliği ortaya koyar.Kır yerleşmelerini şehirlerden ayıran karakteristik farklılıklardan birisini meskenler oluşturur. Meskenlerin şekill................yazının tamamını okumak için tıklayın

Geleneklere değil sevgiye odaklandık!


  Bir insanı kırk kişi sever bir kişi alır” diye bir söz vardır hani, “Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır” der ya  Özdemir Asaf, Gelenek ve göreneklere sanki saygısızlık etmişcesine bir eyleme, bir düğüne adım atıyoruz. Aynı ülkenin insanı ama farklı yörelerin çocuklarının birbirlerini “sevmiş” olmalarına saygımız adına, Geleneklere değil de sevgiye odaklanarak Trabzon’un kızını, Kırşehir’in delikanlısına verdik. Onun hikayesini paylaşayım istedim.


Evlilik, öyle çok basit ve hemen hoppala sıya yapılacak bir olay değil elbette.özellikle yaş, sosyal ve ekonomik denklikler gözetilir. Kız ve erkeğin seçiminde soy ve sülalenin araştırılmasına özen gösterilir. "Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al" , "Kız anadan öğrenir bohça düzmeyi, oğul babadan öğrenir sohbet gezmeyi" sözleri bunun belirtisidir dense de mesela ben bir büyüğümden duymuştum, “kız istersen eğer, o evde ilk önce canlı çiçeklere bak, bakımlı ve diri iseler, çekinme o evin kızını iste” diye. oğlum için kız  istemeye  gidersem (tabi oğlum bana bu işi bırakırsa) o evdeki canlı çiçeklere bakacağım, eğer çiçekler bakımlı ise, sararmamış, solmamış ve çiçeği mutlu görürsem kız ailesi hakkındaki kanaatim olumlu olur. Onun için başkalarına sorma veya araştırma gereği bile duymam!


Vikipedi’deki ifadesiyle Gelenek , “bir toplumda, bir toplulukta çok eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar.


Gelenek kavramına sosyal bilimlerin farklı alt disiplinlerinin yaklaşımları ile geleneksel toplumların yükledikleri anlamlar arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar bulunur. Sosyal bilimler geleneğe toplumların yaşadıkları coğrafya, iklim vb. gibi dışsal koşullara uyum sağlamak amacıyla türetilmiş, beşeri kaynaklı "inşa"lar, "icat"lar olarak bakarken geleneksel toplumlar kendi geleneklerinin kaynağını "mit"sel atalar, kahramanlar ve Tanrı gibi kutsal da görürler. Sosyal bilimlerde daha fenomenolojik bir yaklaşımla gelenekleri salt işlevsel özellikleri yönüyle görüp kökenlerini bu işleve bağlayan açıklamaların yanı sıra, gelenekleri belirli bir anlam bütünlüğünü yansıtan fenomenler olarak değerlendiren yazarlar da vardır. Her ne kadar bu yazarlar da geleneğin kaynağını kutsalda görmemekteyseler de onun sadece işlevsel boyutuna indirgenemeyeceğini iddia etmişlerdir. (bkz. Claude Levi Strauss)Özellikle Avrupa'da aydınlanma çağı sonunda gelişen Tarih anlayışı ve Tarihselcilik perspektifi geçmişe ilişkin (ve günümüzdeki de) her düşünce, anlayış (konsept) ve tavrın kaynağını dönemin diğer olgularının bütünselliği içinde aramak yönünde bir eğilimin gelişmesine yol açmıştır. Aydınlanmanın kaynağı evrimci görüşe kadar giden ilerlemeci tarih perspektifini de geçerli kılan bu perspektif sosyal bilimlerde hakim görüş olarak varlığını sürdürmektedir.




Gelenek üç bağlamda ele alınabilir. ilki geçmiş yaşam biçimlerinin içinde yaşanılan ana taşıdıkları maddi ve manevi değerler bütünüdür. bu sosyolojik anlamda en fazla rağbet gören izahtır. Beşeri düzlemde toplumu tüm dinamikleri ile inşa eden güçtür.
ikincisi ise geleneğin özünü teşkil ettiği ifade edilen kutsalla olan ilişkiden dolayı geleneğin zengin ve kutsal değerler içeren köklü yanıdır ki, bu anlamda gelenek ilkinden farklı olarak hem fenomenolojik hem de ilahi bir yön taşır. bu sosyolojik ve beşeri anlamından çok daha farklıdır.

  üçüncüsü ise geleneğin postmodernist yaklaşımlarla ele alınmasından kaynaklanan aletsel, işlevsel yani kullanıma açık madde yönüdür. Bu anlamıyla gelenek bir anlamlar birikimidir (deposodur). Kendisinden her bakımdan yararlanmaya açık bir hinterlandtır. bahsettiğimiz yönü geleneğin dışsal-formel yönüdür ki sanat ve edebiyata tesir eden bir başka yön de budur”


 


Sırf gelenekler ve göreneklere bağlı kalınsın diye mesela, “sanki yakında biri yoktu”, “güya niye şiye (tanıdık bir isim) vermedunuz”, “uzağa kız verilir mi?”, “felancılar(!) istedi, vermedunuz kızı da gidup Kırşehirliyi nerden buldunuz”, “deden, uzağa.................. habrin tamamını okumak için tıklayınız

Su Hayat, Çeşmeler, Hayrat'tır Karadeniz' de..


  Çeşme, Farsça bir kelimedir aslında,  “çeşm” sözünden geliyor. Bu söz Türkçede “göz”e karşılık olup, “su kaynağı” manasındadır. Türkçede suyun kaynağına “göze” veya “göz” dendiği gibi Farsça’da da çeşme denmektedir. Arapça’da da , pınara “ayn” deniyor. Ayn “göz” manasına geliyor. Ben Karadeniz deki çeşmelerden bir çeşni yapıyorum bu yazımda..görenler var görmeyenler var, belki görmek isteyenler olacaklar vardır. Suyu kaynağından içmek kadar zevkli ve keyif veren ne olabilir?. 
Karadenizli bunu bilir ve onun için Karadeniz de vardır, her susadığınız bir yerde bir göze, bir oluk, bir kurun, bir çeşme veya tekneler kurma ve yapma geleneği. Kimilerinde oluklar taştan, kepçe misali, kimilerinde bir ağaçtandır hem oluk ve hem de yalaklar ya da tekneler. Su “aziz”dir, “hayat”tır ama oluklar, çeşmeler, kurunlar, tekneler hep hayrattır, hayatın bir parçası olarak  Karadeniz bölgesinde.
Çocukluğumuzda tanıdık gözeleri..hani yerden kaynayan, yer altından ufacık kumlarla birlikte suyun yer yüzüyle buluştuğu  gözeler. Eğilip suyu kaynağından içerken, nefes almaksızın yudumladığımız ama soğukluğundan iki üç yudumdan fazla içemediğimiz  o su kaynakları.. Kimi gözelerin suları, süreklilik vaad ediyorsa bunu hayır severler, bir güzel çeşme ile insanlığa armağan ediyor. O armağandan tek beklentisi, hayır ve hasenat oluyor.sonra ona isim veriliyor, kim yaptırdıysa belki kendi adını veya kimin adına yaptırdıysa onun adını veriyor çeşmeye.ama çoğunlukla hayra adanmış eserlerin çoğunda isimde bulunmaz zaten.
 
sadece çeşme olmasına da gerek yok hem, bir gözeye de isimler veriliyor. Bizim bildiğimiz ama çocuklarımıza tanıtamadığımız gözeler mesela, söğütlü göze bunlardan biridir. Sadece göze değil paşapağar , cevizinsuyu. Hacıvelinin suyu, tornovinin suyu, akkayanın suyu, kırkpaar, sorhunlunun suyu, Kepçeli,  ziyaretin suyu gibi,çavdarın suyu, balahorun suyu, kestanisuyu bir çeşmenin  veya bir su kaynağının mutlaka bir adı vardır ve onu o çevrede yaşayanlar bilir.
 
Söz gözelerden açılınca anlatmadan geçemem, Kuşluk vakti yanardı bizim tandır. Annemin tandır yakması pek fazla sürmezdi. Sabahları tandırın yandığını dumanından anlardık zaten. Yataktan kalktığımızda da, kahvaltımızın taze lavaşla kuymak olduğunu bilirdik. O gün kapı önlerinden ziyade göze göze gezeceğimiz gün demekti. Eğer Nenem, annem ve yengemlerin işi yoksa o gün yağ, peynir ve lavaşlarla, eğer annemler gelmeyecekse bize yaptığı peynirli golotlarla (peynirli ekmek) veya horlu yada sade çöreklerle, göze başlarında olacağımız günler olurdu. 
 
Sefiye teyze, İfaget yenge, Tutiya yenge, Selvinaz teyze, Gülizar teyze, şehriye abla, safiye teyze, Medine hala, Memnune teyze, Assiye abla, Şişe abla, Emine yenge, nedime abla, nafiye abla nenemlerin, annemlerin kardeş gibi oldukları arkadaşlarıydı ve zaten onlarla birlikte göze başlarındaki muhabbetleri, onların şimdilerdeki kadınların beş çayı gibi geleneksel ritüelleri olurdu.  Biz çocuklar, birlikte yemek yemenin dışında zaten kendimize has oyunlarımızda baş başa olurduk. Hem düz ayak oluşu ve hem de evlere yakınlığı nedeniyle söğütlü göze öncelikle gidilebilen mekanımızdı. Zaman zaman ziyaretin tepeye de giderdik ama o zamanda yol üzerindeki oluklardan alırdık içecek suyumuzu.....................haberin tamamını okumak için tıklayın

16 Eylül 2011 Cuma

kimse opmesun damadı, gelin kizayi


  Yaz mevsimleri genelde düğün sezonunun da başladığı bir mevsim. Okulların tatile girmesi ve gurbetteki yakınlarında iştiraklerinin sağlanması amacıyla genelde tatil dönemine denk getirilen düğünler, yaz mevsiminin de geleneksel etkinlikleri haline gelir oldu. Tabi eski köy düğünleri değil de artık salon düğünleri ağırlıklı olunca ister istemez bugünün düğünleri, geçmiş dönemlerdeki düğünler kadar insanlarda kalıcı ve hatırlanacak iz bırakmayabiliyor. Salonlar farklı olsa da artık hep belli Ritüellerden öte geçilemiyor. Eski dönemler de düğünlere davet götürüldüğünde, “horon var mı?, horon varsa gelirim” denir öylece söz alınırdı ama şimdi, kuru davetiyelerle yapılıyor çağrılar. 
 
Düğün sahibinin kişiliğine göre ya da yaşam tarzına göre şekillenen düğünlerde kimi zaman her hangi bir çalgı ve oyun olmazken, kimilerin de her türlü çalgı olabiliyor. Kimileri düğünü dini usulleri esas alarak  salonlarda mevlüt veya Kur’an-ı kerim okutarak yaparken, kimileri de sade bir proğramla sadece düğün salonunun organizasyonlarına uyuyor. Kimi yörelerde de düğün sahibinin arkadaş çevresinin istek ve taleplerine göre şekilleniyor düğünler. Artık düğün sezonu açıldığına göre davetlere de gitmeye insan kendi zamanını ayarlamakta güçlük çekebiliyor. Ben fırsatını bulabildiğim bir Akçaabat düğününde gördüklerimi paylaşayım istedim.

 
Havai fişekler atılınca düğün salonunu bilmeyenler ya da yeni gelenler, uzaktan da olsa anlayabiliyor düğün yerini.. Bir asma köprü ile geçiliyor düğünün yapıldığı Düzköy yolu üzerindeki  Kalıntaş tesislerine..Büyükçe bir bahçesi ve de genişçe avlusu, tam bir düğün yeri..Hemen kapıda düğün sahibi karşılıyor gelenleri, ama kalabalık hele bir de seçim öncesi olunca düğün, siyasetçilerin “gövde gösterisi” ne de sahne oluyor. Düğün salonunun kapısından girerken  de ellerinde kolonya ile bekleyen yine düğün sahiplerinin ikramıyla karşılaşıyorsunuz.

 
 
 Ankara’dan gelmiş gelin Canan, Akçaabat’lı Uğur Baytar’ın düğünü bu..eski gelenek göreneklerden ne var diye bakıyorsunuz, akşam karanlığında pek bir gelenek görülmüyor. Ankara’nın fidaydası çalınıyor, ses volümleri yüksek tempolu bir  hareket var alanda.kimileri fidayda ile faroz kesmesi ya da hop-tek’i oynuyor, daha çok genç ve yeni kuşaktan olanlar tabi. Yaşlılar da var seyrekte olsa, kadınlı erkekli herkes oyunda ama başta damat tabi. Gelin daha mütevazi ama yüzü gülüyor. Görücü usulü değil bu sevda düğünü. Her iki gencin birbirlerini sevmesiyle gelinmiş bir düğün.

 
 

 
Bir yandan oyunlar oynanırken kravatlı düğün sahibi İsmail Baytar, tüm masaları geziyor, bir yandan gelen misafirlerini karşılıyor bir yandan masalar arasında kayboluyor, çoğu zaman terini sildiği gözüme takılıyor. O eski gelenek ve göreneklerin adamı belli oluyor bu onun can sıkıntısından ama bu zamanın gençlerine anlatılamıyor ki!  Salon düğünlerinin yaygınlaşmasından sonra düğünlerin o eski havasından eser yok. Çoğunluğunu masalarda oturan ailelerin oluşturduğu ve ancak sadece damat ve gelinin çok yakın akrabalarının ısrarlı davetleri ile oyun pistine çıkan az sayıdaki kişinin eğlenebildiği sıradanlık hemen her düğünde gözleniyor.
 
Geçmiş düğünler genelde kırsalda yani köylerde yapılırdı. Horonlar her evin yanındaki harmanda ya da hava yağışlıysa evlerin içinde olurdu. O eski düğünleri yaşayan kuşak, şimdinin salon düğünlerinin sadece “geldi” denilebilenleri oldu. Ondan olacak masalardan kalkıp, horona girenleri görmüyorum. Şu Edirne’deki Kırkpınar yağlı güreşleri veya artvin’deki boğa güreşlerinin anlatan cazgırlar vardır ya, burada da öyle bir cazgır, almış mikrofonu  eline yön veriyor düğüne..oyunlara ara verildi, Akçaabat belediye başkanı Şefik Türkmen, resmi nikahı kıydı.toplu fotoğraflar çekildi, ardından gelin ve damat oyun alanına indirildi.  Ama 
“Gelin ağlar,yaşli yaşli
Gitmem der de sallar başi

 
Gelin ağlar yaşmak ister
Atlar durmaz koşmak
................haberin tamamı için tıklayın

Fındık Odununu zona, zonu da sepete çeviriyor


  Yol kenarında bir mavi tenta. Altında önde zon yapan bir baba, yan tarafında da oğlu var. Baba-oğul yan yana bir uğraş içindeler. O görüntü beni çoçukluğuma götürüyor. Çok küçükken bizim köyde “sepetçiler” olarak adlandırılmış bir mahalle vardı.orada ilk kez insanları, fındık odunlarını yonarken görmüştüm ve hayran kalmıştım. Ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için izlemiş, izlemiş ama bir türlü onların ne yapmak istediklerine karar verememiştim. İki elleriyle tuttukları bir bıçak (Eğri bıçak), habire kendilerine doğru çekiyorlar ve fındık odununu yontuyorlardı. İşte o anları yeniden anımsadım.

 
Trabzon’da Rahmetli Karadenizli sanatçımız  Erkan Ocaklı’nın söylediği türküden hatırlayanlarınız olabilir, “Araklı’nın bir köyü pervanedir pervane, rastladım düğününe oldum deli divane” diye, işte bu türküye konu olan  Pervane köyünün hemen altında, eski adıyla Bifara, yeni adıyla Merkezköy’de  Araklı- Uğrak-Bayburt  Devlet karayolu’nun hemen kenarındalar.39 yaşındaki Recep Erbay ile 17 yaşında, lise öğrencisi oğlu İzzet Erbay’la birlikteler. Duruyorum yanlarında. Yoldan geçen araçlardan zaman zaman çalınan kornalarla verilen selamı alıyorlar, kimi zaman da yanlarında duranlara sepet satıyorlar. 

 
Günümüzde kaybolmaya yüz tutmuş bir mesleği yapıyorlar. Sepetçilik..sepet ustası dedesi, sepetçi Gencanın Hasanmış, ondan babası Gencanın Yusuf’ta aynı mesleği yapmış, babasının vefatından sonra Recep bu işi öğrendiği kadarıyla yapmaya çalışıyor. Ailede ................haberin tamamı için 

Dokadaklıların kar üstünde rafting denemesi


 Doğu Karadeniz Doğa Sporları Kulubü  (DOKADAK)  üyeleri, bölgemizdeki organizasyonlarda önemli roller üstlenir. Zaman zaman da bu rollerde tabi ki istenmeyen olaylar da yaşanmaz değildir. Amaçları aslında Dağcılık, rafting,Badminton Akarsu Kanosu ve diğer doğa sporlarını tanıtmak yaymak ve geliştirmektir.

 Bölgemizin coğrafi yapısı itibarı ile Doğa Sporlarının bölge insanına benimsetilmesi amacıyla eğitim kursları açmak, tırmanışlar düzenlemek, slayt, film ve sair gösteriler tertiplemek, ülkemize ve bölgemize gelen yerli ve yabancı dağcılara istek halinde rehberlik yapmak, dağcılığı ve dağları tanıtıcı sergiler düzenlemek, dağcılık sporunun yaygınlaştırılması için basın ve yayın organları ile yakın iş birliği kurarak tanıtıcı ortak çalışmalar yapmak, hafta sonları veya uygun zamanlarda dağlara turlar ve seminerler tertiplemek sureti ile her yaş insanına hitap etmek ve diğer benzeri organizasyonlar yapmaktır.
İşte böylesi güzel bir amaçla Rize’de ilki gerçekleşen kardan adam şenliklerinde de bir etkinlikle bu faaliyete katılanlara güzel bir gösteri sunmaktır. Doluşurlar bir rafting botuna ve tırmanırla Ayder yaylasının yamacına..her şey güzel görünür tepeden tabi ama ufak bir ayrıntıyı kaçırmışlardır bu gösteri için. Yamacın ortasında bir yerdeki telefon direğinin sorun çıkarabileceğini önceden bilemezler tabi.
 Rafting botu yani  Raft aslında derelerde, ırmaklarda veya nehirlerdeki sular için üretilmiş bir bottur ama bizimkiler, Karadenizlilik yapıp, o dere botu Raftı kar üzerinde aynı ekiple de kullanmak istiyorlar. İlk başta 6 kişilerdi, kar üzerinde aşağıya kaydıkça azaldı sayıları. Çünkü yolda dökülüyorlardı. Sona kalan iki kişi ise o telefon direğine toslayana kadar dayanabildi bot üzerinde kalmaya, sonra ikisi de tepe taklak devrildiler kar üzerine.
Tabi bu gösteriyi izleyenlerin yürekleri ağızlarına geldi o anda. Kaza hiç düşünülmemişken bir de telefon direğine toslayacakları hiç akla gelmemişti. Hem bu botu suda olduğu gibi kontrol etme fırsatları da yok, kumanda edecek bir aygıtları da.
 Amaç tepeden aşağıdaki düzlüğe kadar botla kaymak ve zaten duz alanda da botun durmasını beklemekti ama işte umdukları gibi olmadı bu gösteri. Fakat, heyecan da zaten böylesi adrenali yüksek bir etkinliği seyrederken böylesi durumları da görebilmekti. 
Kimileri, “beceremedunuz” diye laf atarken, kimileri de alkış tutup, “helal olsun size uşaklar” diyerek, destek ve moral de verdiler tabi. Fakat ne yalan söyleyeyim Dokadak üyelerinin bu etkinliği akıllarda kalacak görüntüler bıraktı Kardan Adam Şenliklerind..................... haberin tamamı için 

Karadeniz’de Ayılara, Ayımatik’li çözüm!


  Ülkemiz de Ayıların da ''Kara Avcılığı Kanunu'' kapsamında 2003 yılından itibaren  koruma altındaki yaban hayvanları listesine dahil edilmesiyle Doğu Karadeniz'de ayı popülasyonunda artış oldu. Özellikle bu tarihten itibaren yöre halkı, Türkiye'deki en büyük memeli yaban hayvan türü olan boz ayılardan, kendilerine ve hayvanlarına saldırdığı, tarım arazilerine  ve arıcılık alanında üretim yaptıkları kovanlara zarar verdiği gerekçesiyle haklı olarak şikayetlerini sıralıyor..
 
Karadeniz bölgesinde sık sık Ayı hikayeleri anlatılır oldu. Özellikle de arıcılar. Ayılarin, arıcılardan gelen talepler üzerine zarar görmemesi için zaman ayarlı elektro-mekanik bir düzenek geliştirildi. Bu düzeneği yapan Enver usta, Petek sahibi arıcılar, belli sürelerde patlayan “bomba” düzeneği kurduğunu ama Ayıların  bu düzeneği çözdüğünü, Belli bir sürede patladığını anlayınca, artık ona alıştıklarını ve bunun da çare olmadığını görünce;

 
 
 
“ Çok düşündüm ve Ayıların ürkmesini sağlayacak bir düzenek geliştirdim. Amacım, Ayılara zarar vermeyen ancak onları şok edecek hem siren ve hem de lambalı düzenekti. Arıcı, bu düzenekten bir tane alıyor ve peteklerinin bulunduğu alana kuruyor. Ayı, o sahaya adımını atar atmaz da sistem devreye giriyor ve ayılar can havliyle o bölgeden uzaklaşıyor. Yani belli surede patlayan değil, Ayı’nın hareketlerine duyarlı Akülü bir sensör sistemi bu. Buna “Ayımatik” veya “Ayısavar” da denilebilir. Bu düzenekte zamanlayıcı da var ve sizin ayarladığınız süre, o siren ve tepe lambası aynı anda çalışabiliyor” diye anlatıyor buluşunu.

 
 
Yaz ayları boyunca Karadeniz de arıcılık faaliyetlerinde bulunan insanlar, her yıl ayı hikayelerine yenilerini katarken, katlandıkları zorlukları dile getiriyorlar. Ancak Enver ustanın icadı ile bundan böyle artık Ayılardan yana sorunu olanlar, ister araziye isterse arı kovanlarına yaklaştırmayan “Ayımatik”le  rahat bir nefes alabilecekler. 

 
Enver Usta;

 
“ Benim geliştirdiğim sistem, Çevre ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ile Doğa Derneği tarafından ortaklaşa yürütülen ''Boz Ayı Araştırma ve Koruma Projesi''nde kullanılan ''elektroşoklu'' tel çitler gibi değil. Hayvana herhangi bir zararı olmuyor.üç takım verdim ve alanlar çok memnunlar sistemden. Buda beni mutlu etti tabi.arıcıların gözü aydın, bundan sonra yok ayılar kovanlarımı parçaladı, 50 kilo balımı yedi gibi yakınmaları olmayacak. Elbette geliştirdiğim sistem ayılara veya arılara zarar verici bir sistem değildir. Her yerde rahatlıkla kullanılabilecek bir sistemdir.” diyor.
 
AYI, Koyunlarımı babamın mezarında yemiş
Arıcı değil ama Bayburt’un Pamuktaş  köyünden Hayrettin Okumuş, Ayıların sadece dağlarda değil köylerine de indiğini söylüyor. Bir yandan kakıla kakıla gülerek anlatıyor, o koyunlarının ahırdan alınışını, ve babasının mezarının başiında yenmesi olayını Hayrettin;
 

 
“ Bir gün koma (ahır) girdim ki ne göreyim, kom da üç tane koyunum yok  kapının hemen üstünde havalandırma penceresi vardı. Sağa baktım, sola baktım yoklar. Saydım koyunları üç eksiğim var. Fakat, kapıda izler var. Ahşap bir kapı zaten. Demek, kapının üstündeki pencereden uzanıp almış hayvanları, vurmuş sırtına götürmüş Ayı.Sonra babamın mezarına gittim ki, bizim evden 200 metre mesafededir mezar. Üç koyunun potsu da babamın mezarının başucunda duruyor. Yani bizim Ayı, koyunları götürmüş babamın mezarının başında yemiş. Şaştım kaldım, gitsin baba........................ haberin tamamı için tıklayın

Duduzar'dan Bayburt kalesine (Bemsibeyrek)


  Sabah kalkıp bir güzel Bayburt usulü kahvaltıdan sonra Duduzar’a gidelim istedim. Hem rahmetli dedemin her Bayburt’a inişindeki (yaz mevsiminde ayda bir kez) gitmezse olmazlarından olan Duduzar (Erenliköyü), bir başka adıyla da Beyböyrek (Bamsi Beyrek), Bayburt’a hakim bir tepede mütevazi bir türbe. Şimdilerde  Türbenin çevre düzenlemesi yapılıyor. Bir kaynaktaki bahiste “Muhammed Hanefi ,Hz. Ali'nin Keşif ordusu başında Bayburt'ta gelmiş ve burada Rum birlikleri ile karşılaşmıştır. Bu karşılaşma sırasında çıkan savaşta kendi oğlu Balca Köyü'nde, Sancaktarı Abdulvehhab Gazi Hz.(Beyböyrek denen zat) ise Bayburt'ta şehit düşmüştür” ibaresi yer almakta.
 
Güzel bir asfalt yolla  üç kilometre sonra ulaşıyoruz Beybörek’in eski adı Duduzar olan Erenli köyündeki türbesine. Dede Korkut hikayelerinde de geçen önemli şahsiyet ve komutandır Bamsi beyrek veya Beyböyrek. Duduzar da türbenin bulunduğu köy olduğundan bu türbeye, hem ziyaret ve hem de Duduzar da deniyor. Çocukluğumda dedemle Bayburt’a gittiğimizde dedem beni bu türbeye götürmek istemişti ama ben gitmemiştim. O dönemlerde yolu olsa bile araç yoktu. Gerekçem neydi şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama dedemle gitmemiş olmayı, şimdi kendime kızarak daha iyi anlayabiliyorum. Çünkü bu tür yerlerle ilgili bilgileri her ne kadar biz günümüzde alabiliyor olsak ta o günlerde, büyüklerimizin bu türbeye atfettiği önemi kavramak içinde önemliydi. 
Bize “Türbe” dendiğinde hemen aklımıza “Önemli Mezar” olduğu geliyor ama o mezarda kim var, oraya kadar pek inmiyor ve geçiştiriyoruz. İlk olarak Samsun’un Terme İlçesi’nde görmüştüm, uzunluğu ile dikkatimi çekmiş bir mezar vardı. Halam, “eski zaman insanları uzun boyluymuş”la bana açıklamıştı 4-5 metre uzunluktaki mezarı.( Cüneyd-i Bagdadi Türbesi; Terme ilçe merkezinin 10 km. güneyindeki Dibekli köyündedir. Halk arasinda, Bagdat'ta yasamis olan Cüneyd-i Bagdadi'nin...................haberin tamamını okumak için 

Oylat ve yarasa mağarası (Turcave Oylat mağarası)


  Cağaloğlu’nda tezgahtarlık yapıyorum o sıralar. Gelenler gidenler zaman zaman konuşulanlara istemeden de olsa kulak misafiri oluyorum. Çoğunu anlamıyorum ama bir ara “Oylat”tan söz edilince acıklı hikayesinden olacak dikkat kesildim. Anlatılan yerin , tamda benim yerim olduğuna ,o anki ruhuma uygunluğuna anında karar verdim. Çaktırmadan dinledim, Oylat’ın hikayesini. Çok güzel dinlenme yeriymiş, öylesine doğa harikası bir yer ender bulunurmuş.Beynimde şimşekler çaktı tabi, orası neresiyse mutlaka gitmeli ve bende dünya gözüyle Oylat’ı görmeliyim dedim. Bu fikrimi bir süre kendimde sakladım tabi. Her şeyin bir zamanı vardır ve o doğru zamanı bulmak için de sabırlı olmak gerekir değil mi?
Kaynaklarda, Oylat'ın tarihi Bizans dönemine kadar uzanan ilginç bir öyküsü vardır;
“Bizans İmparatorluğu zamanında İnegöl Civarı'na hakim olan Tekfur'un bir kızı vardır. Günün birinde bu kız hastalanır, yatağa düşer. Zamanın hekimleri Tekfur'un kızının derdine çare bulamazlar. Hastalık çok uzun sürer.Tekfur çok sevdiği kızının ızdıraplarına tahammül edemez. Hastayı tedavi eden hekimler kızı göz önünden uzaklaştırmak ve son bir tedavi şansı vermek üzere ormanın içindeki o zaman için adsız olan bu ılıcaya gönderilmesini tavsiye ederler. Kızı buraya getirirler, kendisinin son günleri olduğuna inanarak "ölyat" deyip bırakırlar.Çaresiz bir derdi olduğuna inanılan Tekfur'un kızı her gün bu sularda yıkanır. Gün geçtikçe iyileşir ve eski sağlığına kavuşarak babasının sarayına geri döner. O gün bu gündür Ölyat kaplıcası civar halkı tarafından bir şifa kaynağı olarak tanınır ve kullanılır. Bu şifalı su yine o sudur, fakat zaman Ölyat'ı Oylat yapmıştır. İnegöl, Yenişehir, Bilecik ve Pazaryeri'nde hala bir kısım halk Oylat'a Ölyat demektedir.”
 
Bir hafta sonu gitsek iki gün yeterdi bize. Mehmet’in işi olmazdı. O geldi aklıma ve konuştuk. Bir Ramazan Bayramı tatilini Oylat da geçirmeye karar verdik. İlk defa gideceğiz, o dönemler şimdiki kadar ulaşım ve haberleşme de yok. Atladık otobüse Bursa’ya vardık. Oradan da İnegöl’e tabi. İnegöl’den Oylat’a  iki saate bir dolmuşlar kalkıyordu. Bekledik ve çıktık Oylat’a. Bayıldım tabi, kır kahvesinden müthiş manzarayı seyrederek çay içmek bile yeterdi. Hele aslanağzına girmek için beklenen sıralar, kaplıcanın nefis ortamı, kaplıcaya girenlerden dinlenen sağlıklı olma haberleri, bizi daha da bağlıyor buraya. Şimdiki kadar gelişmiş ve tesis yönünden de doyurucu değildi tabi. Bir eski otelde konakladık. Sabahın erken saatlerinde çevreyi dolaşmaya çıktık. Bozkırdı. Bir orman yangının da yanmış, kül olmuş Oylat ormanları meğer. o dönemde yeniden fidanlarla donatılmıştı. O fidanlara bakarken, “bunlar ağaç olduğunda gelip yine buralarda oturmak lazım” diye içimden geçirmiştim. O yıllar 1979’lu yıllardı.
 
Öğlene kadar hamam o gün kadınlara aitmiş. Erkekler, öğlenden sonra girebilecek. Biz de bu arada piknik yapalım dedik, kavun, beyaz peynir................haberin tamamını okumak için 

Uludağ'da telesiyej safari , Uludağ'da bir gün


  Bir gün Uludağ’a çıkayım dedim ama nerden gitsem iyi olurdu. Karayolu da var teleferik’te ama teleferik’e birkaç kez binmişliğim varda karayolundan hiç çıkmamıştım Uludağ’a. Dolmuşlarının yerini de sorsam söylerlerdi ama yok ben yine bildiğim yoldan gideyim. Ne de olsa “en kısa yol bildiğin yoldur” diye bir söz de boşuna söylenmemiştir sanırım. Ben de öyle yaptım, Heykel’den bir dolmuşa atlayıp Teleferik’e gittim. O binayı tanıyorum, otuz üç yıl önce yine gelmiştim hatta o zaman ilk kez bindiğimizde havada asılıda kalmış, ufacık yüreklerimiz büyük korku atlatmıştı. Teleferik nedir ne değildiri öğrenmeden öylesi havada asılı kalmak ve asılı kalınca da içinde bulunduğumuz kabin, rüzgarın etkisiyle  bir de sallanmaya başlayınca işte varın siz o andaki hisleri düşünün. Bağrışanlar, ağlayanlar sizi de etkiliyor tabi.
 
Dış kapının camında bir yazı, “hava muhalefeti nedeniyle kapalı”. Buyur işte, bir şeye niyet ediyorsun ve sonrada oradan geri dönüyorsun. Ama yinede içeriye girip sormak lazımdı. Merdivenleri çıkıp içeri giriyorum ama benden önce soranlar var zaten, onlar “bekleyelim mi, açılır mı? Bugün sefer olur mu?” diyorlar. Onlara verilen cevap bana da verilmiş oluyor tabi ama umut yok. Görevli, “bugün seferler açılmaz zannetmiyorum, yukarda fazla rüzgar var” diyor ve isteyene de teleferik istasyonunun telefon numarasını veriyor. Bende aldım numarayı, belki ararım diye ama ona daha sonra gerek kalmadı. O gün, çıkamadım Uludağ’a.bir sonraki gün denerim dedim artık................haberin devamı için tıklayın

Osmanlı Yadıgarı, İnkaya Çınar'ı


  Adına “yeşiller diyarı” denilince bizim Karadenizlilerin de göçtükleri yerlerin başında geliyordu Bursa. Yeşilliği ile ününde haklıydı tabi Koca şehir, tabela üzerindeki nüfusuyla bir milyon 825 gözüküyor. Ama güncel nüfusun 2 milyondan aşağıya olmadığı bir gerçekti. İşte O Bursa’daki bir ağacı anlatmak istedim bu yazımda. O herkesin “çınaraltı” diye tabir ettiği ve görmeyenlere anlattığı devasa İnkaya Çınarıydı. Bursa’da Çınarlar oldukça fazla ama İnkaya Çınar’ı, tek başına tüm çınarları anlatmaya yeter de artar bile. Görkemliliğine laf ettirmeyecek kadar boyutlu gövdesiyle çevresine yaydığı kollarıyla adeta doğayı kucaklayan görünümü, sizi büyülemeye yetiyor zaten.
Bir sabah kalktım, kahvaltı yapmamışım. Duyumlarımla düştüm yola. Önce yürümek istedim ama aç karnına yürümektense bir an önce kavuşayım sabırsızlığı ile atladım bir taksiye, ver elini İnkaya Çınarı. Çevrede bir gözlem yaptım, nerden bir fotoğraf çeksem ki bu devasa ağacı bir fotoğrafta anlatmış olayım diye ama nafile. Olmuyor. Tam altından fotoğraf çekseniz, gövdenin sadece bir kısmını ve dallarının çok azını kareye sığdırabiliyorsunuz. Baktım ki olacak gibi değil önce şu kahvaltımı yapayım dedim. İnkaya Çınarının altına oturdum ve tek kişilik bir kahvaltı istedim. 
Bir tepsi geldi ki, ne bir kişisi tam 6 kişiyi doyururdu. Taze tereyağından, bal’dan, reçelden, peynir’e, Domates, salatalık, biberden yine yöreye has bir başka kahvaltılık ezmeye kadar, dopdolu bir tepsi bu. İnsan o tepsiyi görünce zaten psikolojik olarak doyuma ulaşıyor. Bir de büyük çay geldi ama ben o çayla yetinemezdim. Bir demlik çay daha sipariş verdim. Ama kahvaltıya başlayamıyorum. Çünkü başlarsam bitiremeyeceğimi görüyorum. Çınara baktım, altında gezinen ilköğretim düzeyinde bir öğrenci grubu. İçlerinden çelimsiz olan birine gidip, “kahvaltı yapmak isteyen arkadaşlarınla buyurun” dedim.  Bir süre birkaç arkadaşını ikna etmeye çalıştı onlar olmadı bu kez diğer arkadaşlarından ikisiyle birlikte geldiler. Tam o sırada da demlik çayımız gelmiş oldu ve çatal bıçak servisinin eklenmesiyle bir güzel kahvaltıyı birlikte yaptık. Otobüsleri kalkmak üzereyken de zaten benim kahvaltı arkadaşlarım vedalaşıp ayrıldılar. Yatılı öğrencilermiş meğer, çok iyi oldu. Kahvaltı tepsimiz de mutluydu. İsraf olmamıştı ve mükemmel bir kahvaltının sahipliğini yapmıştı o da. Tepsi, sunumuyla bizlerin mutluluğuna sevinmiş gibiydi. Ya da ben öyle anladım veya algıladım. 

 
Biliyorum, siz şimdi bu kahvaltının kaç lira olduğunu merak ediyorsunuz değil mi? Onu da söyleyeyim, inanmayacaksınız ama yine de söylüyorum tamı tamına 12 lira. Bir büyük çay, bir demlik çay ve o kocaman kahvaltı sofrası sadece 12 lira. Ben de şaşırdım ama bana şunu söyler gibi olduklarını anladım, “ burasını köy muhtarımız işletiyor. Burada kahvaltıya konan her şey, köyümüzdeki ürünler, hepsi doğadan ve kendi köylümüzden alınıyor. Hem köyümüz bu Çınar sayesinde gelişiyor bizde bunun karşılığını köylünün ürünlerini sunarak bir ve.....................Haberin tamamını okumak için 

Anne ve babalarla yayla gezisi


  Yayla yolunda telefonum çaldı. Arkadaşlarla bir ramazan günü yoldaydık. Telefonda kardeşim vardı. Nerde olduğumuzu öğrenince yanında annemin “bize su getirsin” dediğini ben de duydum. Öyle ya yayla suyu ama maden suyu. Tamam demiştim. Ama yanımızda da su koyacak kabımız sınırlıydı. Benim daha fazla su almam gerekiyordu. Yayla da iftardan sonra uğradığımız kahvehane ve bakkal, iç içeydi. Çaylarımız içerken bidon arayışımız da oldu ama yoktu kimsede boş bidon. İki tane iki buçuk litrelik cola aldım, bir gence verdim. Kahvehanede millete cola ikram etsin diye ama kimse içmedi. Oysa orada çocuklar da vardı. Ama yayla, camiboğazı yaylası.
  Oranın suyu varken kim minnet ederdi cola’ya. Ve etmediler. İçmediler. Bizde içemedik tabi ve colayı yere döküp, boşalan bidona da tuzlu su  koyarak anneme tuzlu su götürdüm. Suyu verirken annem “sadece bu yeter mi?” dedi. Ben anladım tabi ne demek istediğini..daha önceki gezilerimden döndüğümde “ben oraları hiç görmedim” demişliği geldi aklıma ve zaten demek istediği de oydu. Oraları kendi gözleri ile de görmek onunda hakkıydı. Ona helal olsundu gezmeler, yetmiş yaşına gelmişler. Onlar, gezdikleri yerleri hep yürüyerek gezebilmişlerdi.
 Peki dedim kendi kendime. Bir hafta sonrası için de kendimde sakladığım plana onları dahil ettim. Babam, annem, amcam (kayın pederim) ve eşi yengem (kayın validem).Pazar gününü bekledim. Çocukları köye bıraktım, yolcu değişimi yaptım. Amcam ve yengem çay topluyorlar. Önceden haber vermediğim için de hazırlıklı değiller. Üst-baş değişimi için evlerine gitmelerine bile fırsat vermeden bizim evden giysiler ayarladık kayın pederime ve çıktık yola. Babam bu tur durumlarda itirazcı olur genellikle, kendi karar vermediği her hangi bir olayda mutlaka bana ters gelen mantıkla yaklaşır olaya ve zaman zaman tartışırız. Ama ardından yaptıklarımın güzelliğinden söz eder, ben alışığımdır bu duruma zaten.

 
 Yine öyle oldu. Yola koyulduk ama babam “nereye gidiyoruz”diye tekrar sordu. Ben nasılsa yükümü almışım ve yola koyulmuşum. Şimdi artık nereye gittiğimizi net olarak söyleyebilirdim. Tuzlu suya dedim. Babam tuzlu suları hep sever ama her yerde de vardır, doğal maden suyu. Hem babam, öyle bir suyu Bayburt’un eski adıyla Ermene yeni adıyla da Pamuktaş köyünde bulmuş ve insanlığa kazandırmış biri. Ama biz onun çıkardığı tuzlu suya değil de Gümüşhane’nin Ilıca köyündeki acısuya gidiyorduk. Yine ramazandı. Babam, “içemeyeceğimiz suya niye gidiyoruz” deyiverdi. O yakın sanıyordu. Oysa ben hedefi söylemiştim ona, yol güzergahı konusunda bir şey dememiştik. Köyde yola çıkmadan hafif bir yoklama çekerken annem ve kayın validemin nereye gitmek istediği konusunda bana “görmediğimiz yerler olsun” demişlerdi. Ben de onlara bu yaşlarına dek görmedikleri yerleri göstermek, tanıtmak üzere yola çıkmıştım zaten.

 
 Asfalta indik. Gideceğimiz yere iki ayrı yoldan gidebilirdik. Otomobili acıyıp, asfalttan gitmek çok kolay olan yoldu ama ben onu değil de tam tersini seçtim. Hem nostalji yaşasınlar ve hem de görmedikleri yerler olsun diye yolun az bir kısmında onlarında tanıdık bildikleri yolu tercih ettim. Karadere yolunu. Trabzon’un üzerinden gidilebilen çoğunluğu asfalt yolu seçmedim. 205 kilometrelik bir yolculuk bu ama yayla çoğunluğu. Yayla yolları olarak bakılırsa bu baya bir zamandı. Öğlen saatlerinde çıktık ama akşama yani iftara 7 saatimiz var.
 Babam “yünlülerimi giymedim, üzerime bari palto alsaydım” deyişinde haklıydı ama ben kalorifer yakarım onları üşütmezdim. Girdiğimiz yol aynı zaman da annemin babamın amcamın defalarca yolculuk ettiği, büyükbaş hayvanlarla gittiği yollardı. Her bir virajda, her bir handa her bir kaya da veya su başında maceraları olmuş, anıları yaşamışlardı üstelik araba yolu yokken di tüm bunlar. Gerçi araba yolu yapılınca da olmuş ama onlar daha çok, araba yolunun olmadığı yıllardaki patika yollarda çektikleri sıkıntıları unutmamış tabi. Ama geçmişte yaşananlar konusunda babamın hafızası anneminki kadar sağlam değildir pek. Babam bir olayı anlatırken çoğu zaman annemin desteğini alır. Zaman zaman tartışırlar ama annem gününe varıncaya kadar ve o yaşanan anı da kimler varsa onları da sayıp kanıtlarla konuşunca babam geri adım atar ve annemin söylediklerine gelirdi. Babam okumuş kendi devrinin gerektirdiği kadar ama ne annem ve ne de kayınvalidem okul yüzü görmemişlerdi. Okuma yazmayı da bilmezler hala ama onların konuşma ve kavrama veya anlama sistemleri farklı ve bizimkinden de çok da geri değil. Annem, ağabeyimin ilkokul yıllarında alfabeyi ondan öğrenmiş, harfleri tanıyor ama okuyup yazması Türkçe de yok. 

 
 Kaşıkçı, Anas, Bifara, Erenler, Dağbaşı’nı geçtik. Goloşa’ya geldik burada bir alabalık üretim çiftliği var. Balıkları ufak ama ne de olsa Karadere suyunda yetişiyor. Oradan kişi başına 2 tane gelecek şekilde balık aldık. Henüz onlarla paylaşmadığım kendi planımca iftarı onlara ızgara balık vereceğim hemde tuzlu suyunun başında. Arabada ızgaram ve kömürüm de var. O niyetle aldık balıkları. Biraz da balık seyrettikten sonra koyulduk yola. .Sarımehmet hanlarını, Toroslu’yu geçtik Çatak’a geldik. Orada ana yol Bayburt’a devam eden Araklı’nın Turizm Merkezi Pazarcık’tan giden yoldu ama biz Çatak’tan Karameşe ve Yağmurdere yoluna saptık. Hes (Hidro Elektrik santralı) inşaatı var burada, yükseldikçe su tünellerini seyrediyor ve anne ve babamlardan Karameşe’nin bitmez tükenmez virajlı yollarının hikayelerini dinleyerek çıktık.
 Bir güzel bitki vardı ormanda, meyveleri var. Bir fotoğraf çekeyim dedim, indim. Tırmandım biraz, yolun hemen üst kısmında ama traf. Ayaklarım kaysa da kurumuş çalılara asılarak istediğim fotoğrafları çektim. Kıpkırmızı meyvesi de var ama ben tanımıyorum bitkiyi. Bir de numunesini aldım, arabada babam başka bir isim söylediyse de annem “germeşe bu” dedi. Sonra Tokat’tan germeşeyi tanıdığını anlattı. Meyveleri “yenmez “dedi. Ama görüntüsü güzeldi. Sonra bir ara annem ve kayınvalidem şu çamlardan bir “gudal” bulsak dediler. Ama aramızda bir “çevreci” tartışması yaptık ve çevre kazandı. “gudal”, karadeniz’de özellikle karalahana yemeklerinin yapımında yemeği çırpmak, veya yoğurt çırpmaya yarayan  4 veya 5 dallı çam ağacı doruğuna deniyor.
 Karameşe’de bizim yol aldığımız yol sonradan yapılmış araba yolu tabi. Oysa babamlar, yıllar önce bu ormanın patika yollarını çıkarlarken öğlen vakti bile güneşi görebilmek için saatlerce yol alırlarmış, öylesine akşam karanlığını andıran ürkütücü bir yürüyüş düşünsenize. Artık, o devirde ormanlardaki vahşi hayvanların varlığı veya onların saldığı korkuyu belki tedirginliği saymıyorum bile, zaten onun için adına Karameşe denmiş ya bu orm.................haberin tamamı için