15 Aralık 2008 Pazartesi

Karadeniz'den fotoğraflar




Posted by Picasa

5 Aralık 2008 Cuma

Bayburt’un yılanları


Sanırsınız ki Bayburt’un her tarafı yılanlarla istila olmuş, adım başı “yılancı”lar ve sizin peşinizden koşturuyorlar. Hele bir de gerçekten sizin bir yerinizin sektiğini görmesinler. Çarşaf (Çar) giymiş kadınlar, koşturur peşinizden, ellerinde yılanlarıyla.Yok bu her zaman böyle değil Bayburt’ta. Bayburt, kültürel değerleriyle, tarihi varlıklarıyla, yer altı kentleriyle, yeni bulunan mağaraları ile ve manevi önderleri olanda bir ilimiz ama ben özellikle yeni kuşağın ilgisini çekeceğini umduğum için öncelikle yılanlarını yazmak istedim.
 
Tek başına gerekçeniz “yılanları görmek” olsa ve kalksanız Türkiye’nin her hangi bir yerinden Bayburt’a gitseniz de, inanın buna değer. Olabildiğince özgür bir piknik de diyebilirsiniz, müthiş bir dinlence de ve tabiî ki eğlence de hem de yılanların arasında. O köy, Bayburt’un ovalarında, pınarların yerden kaynadığı zaten adını da o pınarlarından almış, Kırkpınar köyü.(Çıphınıs) Bayburt’un- Gümüşhane-Trabzon Devlet Karayolu üzerindeki  yolu Akşar (Balahor) beldesi’nden sapılarak köye ulaşılıyor. (Yolları toprak ama asfaltı aratmıyor)
 
Genellikle “yılanlı tedavi”, “yılanlar ürküttü”, “doktor yılanlar” gibi başlıklarla haberlere konu edildi Kırkpınar. Gerçekten de Mayıs’ın 19’unda Atatürk Samsun’a çıktı ama o tarih, Kırkpınarlılar için köylerine ziyaretçi akınının başladığı gündür aynı zaman da..Çünkü, o gün aynı zaman da Mayıs ayının üçüncü haftasıdır. Ve toprağın ısınmasıyla da eski adı Çıphınıs yeni adıyla  Kırkpınar’ın kayalarından çıkan boyları bir metreyi de aşan yılanlar, güneşlenmek üzere yer yüzüne çıkarken, bunu fırsat bilen köylüler de sabahın ilk ışıklarında bu Kırkpınar’ın genel anlamda “pınar” ama yöredeki adlarıyla da “Göze”lerin olduğu tepede yılanları sahipleniyorlar.
 
Bir bahaneniz olsun diye özellikle “yılan”larını öne sürüyorum yoksa sizin yılanlarla işiniz olmasa da gidilmesine değecek kadar güzel bir köy burası. İnsanıyla, doğasıyla, pınarlarıyla ki zaten ben o pınarlarının aşığıyım daha çok, çıktıkları yerde dere oluşuyor düşünsenize. Yani Çoruh nehrinin doğduğu gözeler işte bu yılanları ile ünlenen Kırkpınar köyünde. 
 
Yılanların hikayesini duyduğumda ben de inanmadım ama kafama koydum gitmeliyim diye ve bir iki derken her gittiğimden yeni bir şeyler öğrendim. Yaptığım haberler ulusal anlamda yayın yapan Tv’lerden de ilgi görmüştü. Bir keresin de  Nurseli İdiz,1995 yılında Prizma adlı programı(Show TV) yapıyor. Bu programın 50.ci programının mihmandarı ben sayılırım. Çünkü o proğramda işlediği 5 ayrı konuyu ona veren ve o konuları işlerken de onu kendi arabamla götürmüştüm.(Benden kapısını açmamı bekliyordu, fena bozum etmişimdir. Bölgemin tanıtımıdır dedim ve hatırını kıramadığım Orhan Kaynar’ın ricası üzerine gezdirmiştim). Nurseli İdiz’i Kırkpınar’a götürdüm ama yılanlar yok, doğaya salınmışlar. Neyse bir delikanlıya bir miktar para verip, arattırdık zar zor bir tane yılan bulabildi ve hani Nurseli İdiz, yılanı göğsüne koydurmuştu.
 
Neyse, yılan aslında adı söylendiğinde bile insana soğukluk veren bir isimdir ama Kırkpınar’ın Yılanlarını tanıdıktan sonra artık çekinmiyorsunuz. Çünkü onlar zehirsiz yılanlar. Zaten, hastalıklı bölgelerde kendileri oturuyor ve kendileri kalkıyor, “seans bitti” diyorlar. Bu seans arasında yılanın sahibi, oradaki buz gibi pınarlara sokuyor yılanları, yıkıyor ve ardından farklı hastalara gidiyor. Kırkpınar’da özellikle yaşlı bayanların öncülüğünde çocuklarla bu yılan tedavisini yapıyorlar. Köyün erkekleri bu işe karışmıyor. 
 
Her yıl piyasanın durumuna göre de Yılanlar için belli bir ücreti de tabiî ki sahipleri belirliyor. Gelen talebe göre iki, üç, beş bin lira gibi seans üzerinden ücretlendirme yapılıyor. Ha siz de gidin, onlardan yılanları isteyin, alın ve oynayın buna ücret almıyorlar tabi. Sadece yılanları doğaya salmamanız yani elinizden kaçırmamanız gerekiyor tabi.
 
Bu Güneşlenmek üzere doğada yer yüzüne çıkan yılanlar, sahiplenicileri tarafından besleniyor. Süt ve toprakla. Toprak konmuş bidonlara doldurulan yılanları akşamları evlerine götürüyorlar ve onlara süt veriyorlar. Biraz büyük yılanlara tavuk yumurtası da dahil özel önem verildiği ve yılanların daha büyük be besli gözükmesini de sağlamaya çalışıyorlar. Çünkü yılan ne kadar büyükse onun yaptığı tedavinin daha güçlü olduğuna inanılıyor. Ve zaten  hastalar tarafından da yılanın büyüğü seçiliyor. Yılancıların elindeki yılanları siz bakıyor ve beğeniyorsunuz ve “aha tamam bu yılanla beni tedavi edin” diyorsunuz. Onun için sadece yılanların sahibi olmakla iş bitmiyor ve o yılanı beslemek de maharet istiyor.
 
Özellikle son yıllarda Kırkpınar’ın bu yılanlı tedavisi artık turizm hareketine dönüştü. Öyle ki Mayıs ayı gelmeden başlıyor yılanlıdan söz edilmeye. Mesela Annem, benim aklımda olmasa da bana bunu hatırlatır. Çünkü, en ufak kardeşimin yüzünde bir yara vardı. Gitmedik doktor bırakmamıştı ama olmadı. Verilen ilaçlar bir türlü çare olmamıştı. Annem, özellikle onun için gidelim istedi ve gittik. Gerçekten de yıllarca tedavi edilemeyen o yüzdeki yara şifa buldu ve tekrarlamadı da. Annem bunu bildiği için Yılanların tedavi gücüne candan inananlardandır. O, çevre köylerden de minibüslerle özel olarak yılan tedavisine giden ve sonradan iyi olan arkadaşlarından da biliyor bunu.
 
Kimileri buna “psikolojik” olay diyebiliyor ama yılan tedavisini görmüş ve şifa bulmuş hastaların anlattıkları o psikolojik olay diyenleri hep yalanlıyor. Yılanların tedavi ettiğine inananlar arasında bende varım kuşkusuz. Olaya salt tedavi açısından da bakmıyorum 

Güneydere’deki aşıklar şöleni

M. Kemal AYÇİÇEK – 10 Temmuz 2008

 Bayburt’un Güneydere köyü, bu yıl ilki gerçekleştirilen “aşıklar şöleni”ne ev sahipliği yaptı.Bayburt’un 99 köyünden biri Güneydere veya eski adıyla Söfker köyü. Biz davet almadık gerçi ama alanlarında pek bir ürününü görmedik medyamızda. Tv’den izledim şenliği ve tebrik ve takdir etmek için de bu yazımı yazayım istedim.
 Severim Aşıkları..Yeni nesil bilmez, medya yani televizyonlar yokken, gazeteler bir ile ancak 3 gün sonra ulaştırılabilirkenki yıllar, 1970’li yıllardı. O günlerde her hangi bir olayı ya sazı elindeki Aşıklar’dan veya Almanya’dan getirilmiş bir teypte okunan  ve samankağıtlarına yazılı “destan”cılardan dinler, okuryazarsanız da o samankağıtı para verip alır öyle okur ve sizde haber sahibi olurdunuz. Ben çok almışımdır öyle destanları, eve gidip annemlere yengemlere, ninemlere okumuş ve onları çok ağlatmıştım. Kim kime nasıl kıymış, kim kimi neden vurmuş veya kesmiş veya hangi at kimi tepmişi destanlardan okurduk.Onca yıllar sonra günümüzde Samanyolu veya TV 5 gibi kanallar da Aşıkların yeniden hatırlanıp, proğramlarda yer alıyor olmalarına seviniyordum.  Ama şölen ve etkinliklerde adını sadece Dedekorkut Kültür ve Turizm Festivali ile duyduğumuz Bayburt’ta zengin bir metaahhitin kendi köyünde ilkinin organizasyonunda önemli katkısı olan Aşıklar Şöleni ile Bayburt, belki de yeni ve cazibesi her geçen yıl daha da artacak bir şenliğe daha kavuşmuş oluyor.
 İlki, 28 Haziran 2008 de yapılan Aşıklar şöleni, izlenmeye değerdi. Bayburt’un manevi değerleri üzerinden Aşık ve Şairler, hünerlerini gösterdi. Şenlik organizasyonu işadamı Temel Akdağoglu, amaçlarını anlatırken,  Güneydere Köyü Yardımlaşma ve dayanışma Derneği Başkanı Nihat Kaçmazoğlu, benim yukarda ifade ettiğim gibi Aşıkların bu toplumdaki, halk sesleri olduğunu bunun da günümüzde yaşatılmasının anlamına vurgu yaptı.Aşıklar, bir ilhamla her hangi bir ayakla başlıyorlar ve halkın anlayacağı nüktelerle herhangi bir olayı hikaye ediyorlar. İlk bakışta “adam sazı almış, ezberlemiş iki şey onları söyleyip duruyor” gibi algılanabilir ama değil, o ayrı bir meziyet isteyen kıvrak zekanın anında üretimiyle oluşan bir kültürümüz. Aşıkları “düğün çalgıcıları” gibi görmeyin sakın, onların mana dünyası ne benzer “düğün çalgıcıları”nın milleti oynatmasına, onlar daha çok insanların kalbine, beynine nüfuz ediyor. Onlar, size ufuk açıyor, sizi aynı anda bir dereden başka bir düşünce akışına atıveriyor. Onlar, görünenden, bilinenden de ileride derin ilme sahipler.Bayburt’un Güneydere köyündeki bu Aşıklar şöleni için hazırlanan alanda ak sakallı dedeler dikkatimi çekti. Özlemiştim aslında o uzun ve ak sakallı insanları. Onlara gölgede sandalyeler verilmişti ama hepsine değil tabi. Keşke o ak sakallı insanları alıp, o şölen alanının en rahat yerinde ve de onları, rahat edebileceği minderler veya koltuklarda oturtulsalardı. Umarım ileriki yıllarda bunu yapar ve özellikle yaşlı ve şölenlere hasret o insanların gönüllerini de tatmin eden bir yaklaşım dikkate alınır.Saz, bir çalgı aleti ama geçmişte din adamları düğünlerde bile neredeyse bu çalgılarla haşır neşir olunmasına itiraz ederler, eğlence anlamında olabilecek her türlü şenliğe sanki karşı çıkarlardı.İslam dininin bunu öngörüyor olmasını düşünemiyorum ve bu konuda da fikir beyan etmek istemem. İşin o boyutu  beni aşar belki ama İslam dininin de bir eğlenceye zeval vermesi gerekir.Gelelim şenlik kısmına. Aşıklardan önce genç bir hafızı çağırdılar kürsüye. O hafız aşır (Kur’andan sureler)okudu. Sonra Kars bölgesinden aşık Bayram Denizoğlu, Gümüşhane’den Aşık Kul Nuri, Erzurum’dan Aşık Selahattin Kazanoğlu,Van’dan Aşık İhsan Yavuzer, Erzurum’dan Aşık Mehmet Gülhan, Bayburt’tan Aşık Doğan Gülani, Sivas’tan Aşık Mevlüt ihsani, Bursa’dan Aşık Cemal Divani, Aşık Ebubekir Zamani , Bayburt’lu Aşık Süphani, erzincan’dan aşık Zakir Tekgül, Erzurum’dan Aşık Ruhani, Kocaeli’nden Aşık Erol Ergani, erzurum’dan Aşık İsrafil Taştan ve Aşık Sıtkı Eminoğlu, 40 ermişinin bulunduğu Bayburt’taki 7 ermiş insanı anlattılar.Şölen alanının çevresinde jandarmalar nöbet tutarken, çarlı bayanların çoğunluğunu teşkil ettiği Güneydere köyündeki aşıklar şöleninde gözlerdeki umut, çocukların ve gençlerin de aşıkları can kulağı ile dinlemeleri şüphesiz aşıkları da mutlu etti.Güneydere köyü dernek başkanı Nihat Kaçmazoğlu, bu şölenin Bayburt Dedekorkut Kültür ve Sanat festivali kapsamında değerlendirilmesini önerdiklerini ama bunun dikkate alınmamış olmasıyla bunu kendi köylerinde gerçekleştirdiklerini söylerken, sanki bu şölene itirazların var olduğunu da gündeme getirmiş oldu. Fakat, dernek başkanı bu haklı taleplerine itibar etmeyenlerin şimdi böylesine kuşaklararası bağın kopmamasına katkı sağlayacak şölenin sürekli düzenleyicileri olacaklarını kaydetti.Temennilerim: Bayburt’u yönetmeye talipli her kim varsa, en ufak köy kalkındırma derneğinin başkanından köy muhtarına, köy mıhtarından belediye meclisi üyeslerine, il genel meclisi üyelerine, mahalle muhtarları, belde ve ilçe belediyelerindeki tüm encümenlere ve ilin belediye başkanından Valisine, emniyet müdüründen jandarma komutanına kadar herkesin, nerede görev yaptığını iyi bellemesi ve ona göre halkın kendi kültürünü yozlaştırmadan bir şenlik ve şölen hazırlanması veya programlanmasına dikkat etmesi gerekir. “Resmi sahiplilik” adına yapılan tüm etkinlikler, eğer “halk” için olacaksa, o etkinliklerde halka tepeden bakan her türlü “gösteriş budalası” tiplerle organizasyonlara kalkılmasın ve halka rağmen festival veya şölen düşünülmesin. Dedekorkut Kültür ve sanat festivali’nin özlenen ve beklenen ilgiyi ve alakayı görmemiş olması, festivalin adından değil ama sözünü ettiğim tiplerin iticiliğindendir.Bayburt insanı, manevi değerlere maddi değerlerden çok daha fazla özel önem ve değer vermektedir. Halkı hakir görecek hiçbir etkinlikten Bayburt’a hayır gelmez. Bunun bilinmesi gerekir bir de bilinmelidir ki Bayburtlunun gururu KOP dağından da yücedir. Töresine, örf ve ananesine saygısızlıkları asla affetmez.O insanlara “insan” olunduğunda doyum olmaz.

Vatandaşa saygılı olunsun



M. Kemal AYÇİÇEK – 29 Eylül 2008

Bir yığın sıkıntısı var vatandaşın, adeta burnundan soluyor ama Devlet’te hizmet görenlerde vatandaşa bir hizmet veriyor bir hizmet veriyor ki, ne mesai saati ne hafta tatili ne de verilen hizmetin vatandaşa doğrudan hiçbir katkısı olmaksızın, aksine akla başkaca şeyleri getiren bir hizmet anlayışı..

Ne mi anlatmak istiyorum, öyle ya geveleyip duruyorum ya vardır bir anlatmak istediğim. Ha ucu bana dokunduğundan değil, ben alışığım zaten ama ya vatandaş? Yani sıradan, alışık olmayan vatandaş ne yapsın? Dedim ki yanımda bugün, İçişleri Bakanımız olsaydı, şöyle sıradan bir insan gibi ve benim bugün tanık olduklarıma onu da tanık yapsaydım ne güzel olurdu. Pazar ya, arabayla yaylalara çıkma hevesim vardı evden çıkarken. Yola koyuldum ve petrol ofisi önünde trafik polislerince ikaz edilip kenara çekildim.

Radara girmişimdir ve ceza kesilecektir. Ama benden önce 3 kişi var. Biri yaşlı şivesini sevdiğim iyi bir Rizeli , yanında iki genç var. Biri öğretmenmiş ve diğerini de polislik sınavına mı neye götürmüş garip, Rizeli. Ama radar bu affeder mi? Neyse benden önceki ilk sürücünün evrakları sorgulandı, o 110 kilometre hızla radara yakalanmış, benden bir önceki Rizeli de 103 kilometre hızla. 125 yeni Türk lirası ceza kesildi onlara. İkisi de eğer 15 gün içinde cezalarını öderlerse 85 ytl ceza ödeyeceklermiş.

Benden bir önceki Rizeli vatandaş, polislere “bakın benim bir yakınımda polistir filan yerde, hem zaten bak bu delikanlıyı da polis sınavına götürmüştüm. Yok mu bunun bir uyur tarafı” diye söyleniyor ama aracında koltuktaki polis hiç oralıklı olmuyor. Ben önce geldiği halde o Rizelinin evrakları yerine benim evraklara işlem yapılmaya geçilince ben devreye girdim ve “bu arkadaş benden önce gelmişti, siz onun işini halledin” dedikten sonra Rizelinin işini gördüler. Sıra bana geldi ben hız sınırını zorlamışım. En üst seviyeden cezamı kestiler. Ceza kesen polis Özgür Tekin’e “bu yolda bir uyarı levhası var mıydı da biz mi görmedik” dedim.
“evet haklısınız levha yok” dedi.ardından da “koymamışlar, ama ehliyeti olan vatandaşın zaten hız sınırlarını bilmesi gerekir diye düşünülüyor olabilir ” diye de ekledi.

Devlet, eksiklerini tamamlasın ki vatandaş da uyumlu olsun

Şimdi siz karayollarına levha koymayacaksınız, yollarınızı Avrupa standartlarına uygun yapmayacaksınız ve yoldan gelip geçen vatandaşı “hop, sen hızlıydın, sen az hızlıydın, sen çok hızlıydın canım” diyerek yolacaksın. Tabi ki “yolma” kelimesi biraz abes kaçıyor ama bunun başka anlamı var mı? Nedir yani, bu trafik cezalarındaki hız durumuna göre ceza kesimi? O hangi şartlar da uygulanacaktı? Biz yollar tek şeritken de aynı yolu kullandık, şehir geçişi değil ve hız sınırı 90 kilometre? Ne alaka? Bu yolların tek şeritliliği ile çift şeritliliğinin bir anlamı yok mudur?Ya da bölünmüş yol veya duble yolun ne anlamı vardır? Bunlar elbette ceza kesen memurların işi değildir ama o cezayı kestirmeye yetkili Devlet, önce kendi üzerine düşeni yapsın ki vatandaş ta “yolunuyorum” demesin.

Rizeli vatandaş, telsizi dinlerken o sırada konuşuyordu ve telsizden söyleneni duymadı işlem yapan memur, aynı plakayı tekrar sorgulatırken Rizeli la havle çekip, “yoktur benim ceza puanım” diye mırıldanıyor, telsizden de “ceza puanı yok” deyince de “yav bana da inanmıyor, ben hayatımda ceza yemiş adam değilim” diye kendini teselli ediyor. Yanındaki öğretmen genç, memura “durun ona değil benim ehliyete cezayı yazın” diyerek ehliyetini memura uzattı ama sorgudaki ehliyet o olmadığı için memurda bir şey yapamadı.

Ama sadece bir yerde değil ben ömrümde böyle bir denetim görmedim. Son bir haftadır her tarafta polis otoları kavşaklarda, yollarda ve her yerde. Bu mobesa sistemine geçildi diye midir, yoksa başkaca bir amaç mı vardır. O ilk gece radarları çıktığı zaman Osmancık’ta girmiştim gece radarına ve yine cezamı kestirmiştim ama orada görevli memur, ceza kestiği sürücülere şunu söylüyordu;

“Bakanlıktan emir gelmiş, bu gece Osmancık’tan tam 250 milyon bekliyorlar. yani bizim ekipten, açık varmış”!

Tabi o zamanın parası, büyük rakamdı. Demek ki bazı açıkların kapatılması için talimatla hareket edilebiliyordu o zaman acaba bugün de öylesine bir uygulama veya talimat mı vardır? Bu ülkede trafik polisi yakını olmayan yoktur sanırım ve trafik polislerinin de vatandaş nezdinde ki intibaları pek de olumlu değildir ne yazık ki. Zaten bu yeni sisteme de mevcut trafik polisleri alışmış da değiller. Eski sistem olsaydı keşke diyenler çoğunlukta. Nedir o eski sitem yeni sistem bu vatandaşı da o kadar ilgilendirmez tabi.

Şimdi, içişleri bakanı sayın Beşir Atalay, sivil bir vatandaş olsaydı da yanımda otursaydı diye düşünüyorum dedim ya, keşke olsaydı gerçekten. Torpil yapılsın felan anlamında algılamayın sakın sadece gözlemlesin, bakan olduğunu gizlerdik, hani sivil bir elbiseyle dedik zaten. Bu gözlemlerinde benim 200 kilometrelik yolculuğumdaki, kendi alanına yönelik hizmetlerdeki canhıraşlığın yanında bir de karayollarındaki trafik levha ve uyarılarının yerli yerince var olup olmadığına da tanıklık etsin isterdim.

Biz istediğimiz kadar yazalım ama onların kendi gözlemlerinden daha sağlıklı olabilecek etkide bir yazının yazılması mümkün değil. Bana “tabi, sen ceza yiyince aklın başına geldi de yazdın, belki hani bakan yanında olsaydı ceza yemezdin gibi düşünüyorsun” denebilir, alakası yok. Ben iki tane biraya ehliyetimi vermişim, hiç gıkımı da çıkarmamışım. Yani öyle iki üç kuruşa veya çalıştığım bir kurumun adını vererek, yaptığım işin bilmem neyini söyleyerek kendi yararımı gözetecek tiplerden değilim. Öyle tiplerden olsaydım ben kendim olamazdım. O işi iyi yapan meziyet sahibi tipler ülkesidir burası onu da bilenlerdenim.

Vatandaşa saygılı olunsun derken kastettiğim karayollarının trafik kurallarının gereği eksik levha ve uyarılarını sorumluluğundaki karayoluna koymasıdır. Trafik polisinin vatandaşa “tuzak” diye tabir edilen her ortamı kullanmamasıdır. Yoksa vatandaş, hatalı olduğunda bedelini Devlete ödemekten kaçınmaz ama hizmetlerde saygıyı görmüyor olması vatandaşı üzer. Ben Rizeli vatandaş derken, o vatandaşın samimi duygularının zedelendiğini gözlerinde gördüğümden ona değindim. Belli ki, hayır olsun diye çocukları sınava getirmiş, bir insanlık yapmış ama canı yanmış, feveranına tanık oldum, ona üzüldüm. Kalın sağlıcakla.


Not: Bu yazım aynı zamanda www.karadenizolay.com ve www.kuzeyhaber.com da yayınlanmaktadır.