13 Ekim 2011 Perşembe

Birkaç Guguvak öyküsü



Guguvak..çocukluğumuzdan  bildiğimiz, şapkasını Fes’e benzettiğimiz ve yerden biten bir şeydi. Bize sıkı sıkıya tembihlenirdi, “sakın kendi bulduğunuz guguvağı yemeyin” diye.. bizde ona uyardık ama  yayla yolunda veya yaylalarda gezerken rastladığımız guguvakları da alır, eve gider ve dedeme, neneme veya annemize sorar, eğer yenen türdense öylece yiyebilirdik. Yenmeyecek türlere genelde, yenmesin diyedir belki de ,”zehirli”  yerine  “köpek işemesi” denirdi.Çocukluktan aklımızda Guguvak yani mantarlarla ilgili kalan bilgi sadece bu kadardı. Zehirli olanlara , “köpek işemesi” denmesi de, bizi onlardan uzak tutmak için, “iğrenç”lik ifade eden deyim yerine geçmesiyle onlardan uzak dururduk.
Bizim Guguvak olarak bildiğimiz aslında yenilebilir doğal ortamlarda sisli ve rutubetli alanlarda, yağmur veya çiseden hemen sonra birden bire yetişen mantarlardı. Büyükçe bir guguvağı, Maçka'da ormanın bittiği bir noktada buldum, otların arasında..tamda mangal için yayla yolundayken..aldım, götürdüm.Büyükçe bir mangalda üzerine hafif tuz dökecek ve pişirecek, belki de et bile yemeyecektim, o kadar müthiş bir guguvaktı.Bir yandan et siparişimiz hazırlanırken, kasabın içinde  Mantardan iyi anlayan yöre sakinlerine  sordum, "yenir" dediler. Bir başkası, “yenir ama kurtlanmış, atun oni” dedi. Bir diğeri de, “la pirakun, adam ölecekta derdi sizi mi almış, bırakın yesun, garişmayin ona” diyende oldu. Başkaları da var tabi orada, “nerde buldunuz oni” diyor, sanki bu yıl hiç guguvak görmemiş gibi, belli ki çok seviyor. benim de kanaatim yenilebilir olduğu yönüneydi ve deneyecektim. Çünkü, ben o zamana kadar öylesine büyük guguvak görmemiştim.şöyle tuz döküp, iyi közlü bir mangalda pişmesini seyredecek sonrada tadacaktım. kırdım ortasından ikiye..çok küçükçe kurtlar vardı, kurtları görünce iştahım daha da kabardı!
Yirmi yıl kadar önce Araklı’nın Guguda olarak nam salmış Halilli köyünde kocası gurbette olan 35 yaşlarında bir kadın, 5 çocuğuna yedirmişti topladıkları mantarları ama zehirlenmiş çocukları ile birlikte KTÜ Tıp Fakültesi’nde tedavi altına alınmışlardı ama tabi onlardan bir tek çocuk kurtulabilmişti, o da yemeğe mızmızı olan ve belli ki o yemekten yememiş olmasıydı onu kurtaran. Diğerleri hep vefat etmişlerdi. Onları görmüş, haberini yapmıştık ama her guguvak görüşümde hala onları ürpererek hatırlarım. Fakat, tüm o hatırlamalarıma rağmen yinede bu bulduğum Guguvak, Şemsiye Mantarı’ydı. Bir yerde okumuştum, yanılmıyorsam “mantar kurtlu ise yenilebilir türdendir. zehirli mantarlarda kurt olmaz” diye.. bu bana da mantıklı gelmişti. Öyle ya ona da güveniyordum ama olmadı. birlikte gittiğim arkadaşlarım, "zehirlenir, bir de hastahaneler de uğraşmayalım, günümüz zehir olmasın" diye düşünerek benden  fotoğraf çekilme bahanesi ile  elimdeki mantarı alıp, orada büyük bir gayretle çiğneyip ezdiler, sonrada üzerinde tepindiler.çok üzüldüm.iyi ki bir kaç fotoğrafını çekmişim, tek tesellim onlar oldu.
 
Bir başka Mantara daha üzülmüştüm, o da Bayburt’un Kırkpınar köy yolunda kavaklıkların olduğu bölgedeydi. Kesilmiş kavak ağaçlarının kök kısmında kocaman kocaman mantarları görünce, topladık biraz. Ama oradaki mantarların tamamını toplasak belki 20 kişiyi doyuracak kadar mantar vardı. Birkaç tane aldık. kardeşim “bunlar yenilebilir cinstendir” dedi ve çığ olarak orada tadına da baktık. Bir şey olmamıştı ama o dev gibi olanını, güya bu işten iyi anlayan birilerini bulup, onlara danışıp öyle yemeyi düşünüyordum ama o da olmadı. O mantarı elimde gören bir arkadaşım, “ver biz onu yeriz” diyince ona verdim ama o da yiyememiş korkusundan meğer..,


Karadeniz yaylalarında bir çok çeşidi var mantarın ve ekonomik olarak değerlendirenler yok değil. Maçka’nın Lişer yaylasına giderken karşılaştığımız İstanbul’da ilköğretimde okuyan Fatih Alan adlı bir çocuk, yaz mevsiminde babaannesi ile yaylada yenilebilir mantarın bir çeşidini toplayı, bunları satıp okul harçlığını çıkardığını söylemişti mesela ama ona bile “aman ha, zehirli toplama” diye de tembihlemiştik. Evet, yayla yollarında çok çeşidi var ve bilmeyen insanlar için oldukça tehlikeli bu Guguvak merakı. Mesela yine Zuvas yaylasında Guguvak evelekleri denebilecek bölgeler bile vardır. Cameş cormalarının kenarlarında olan evelikleri, teyzemin oğlu İslam iyi bilir ve o çanta çanta toplar, bunlardan bizde ailece nasipleniriz.
Aslında Mantar diyip geçiyoruz ama mesela,
Wikipedia’nın “mantar” sayfasında konunun ciddiyetini ifade eden şu not vardır, “Önemli Uyarı: Vikipedi mantar maddeleri sadece bilgilendirme amaçlıdır. Buradaki bilgileri kullanarak mantar toplamayın. Zehirli ve yenilebilen mantarları birbirinden ayırt etmek bazen çok zor olduğundan yabani mantarlar sadece uzmanlar tarafından toplanmalıdır.”


Wikipedi'den bakıldığında, "Halk arasında Küf mantarı, Pas mantarı, Rastık mantarı, Maya mantarı, Mildiyö mantarı, Şapkalı mantar, kav mantarı, Puf mantarı gibi çeşitli isimlerle anılan bütün mantarlar, mantarlar (Fungi) alemi içersinde incelenirler. Latince Fungi mantarlar, Fungus ise mantar anlamındadır.Dünyanın her yerinde bulunurlar. Fazla nemli yerlerde daha çokturlar. Yeryüzünde 1,5 milyon kadar mantar türü olduğu düşünülmekte ise de günümüzde sadece 69.000 kadar türü tanımlanmıştır. Çoğu insan, mantarların bitki olduğunu düşünmektedir, ancak mantarlar bitki deği.................yazının devamı için tıklayın

İshakpaşa sarayı'ndan Ağrı dağı görünür mü?


  Aklımdadır hep, bizim Doğu veya Güneydoğu Anadolu bölgelerine neden kimse gitmez. Gezi sitelerine baksanız Türkiye dendiğinde hep ya Akdeniz veya Ege veya Marmara Bölgesi’nden ufacık bir dükkan, halıcı veya boncukcuyu yazarlarda bir türlü diğer bölgelere gitmezler. Güya gezicidirler ama Alanya’nın plajı, Çeşme’nin geceleri, Bodrum’un Halikarnas’ı, Fethiye’nin ölüdeniz’i, Antalya’nın kurşunlu, didem ve Manavgat  şelaleri..onlara inat bende  İkinci kez gidiyorum Ağrı, Doğubeyazıt’taki İshakpaşa sarayına. Öyle ya  Dünya’daki ilk merkezi ısıtma sistemine sahip, Selçuklu, Gürcü, Ermeni, İran, Türkistan ve Osmanlı mimarı tarzını yansıtan mozaik bir eser İshak Paşa sarayı.
 Bir önceki gezimiz 2001 yılındaydı ve yolu yapılmamıştı, o nedenle aracımızı sarayın altlarında bir yerde bırakıp, yürüme çıkmıştık. Henüz restorasyonu yapılmamıştı, kapıları açıktı o nedenle de zindanlarına kadar inmiş, gezebilmiştik. İkinci gidişimizde hem yolu vardı ve hem de yol kenarlarında artık restoranları ve dinlenme yerleri de oluşmuş bir turizm merkezi görünümüne kavuşmuştu. Hem zaten gidilebilir olmasının rahatlığı, artık önerilebilecek yer olması anlamına da geliyordu. Şimdi den hem de gözüm kapalı olarak, kesinlikle ölmeden görülmesi gereken yerlerden biri diyebileceğim kadar şiddetle hatta Rizelilerin ifadesi ile haain (şiddetli) önerebileceğim bir yer hem Doğubeyazıt ve hem de tabiî ki İshakpaşa sarayı ve çevresi. Bir yanda Ağrı dağı, bir yanda İshakpaşa sarayı bir yanda da Kürt ulusal destanı "Mem û Zin"’in yazarı Şeyh ,alim, şair Ahmed-i hani ya da  Ehmed Xani (1651- 1707)  Türbesi..


Ta Milattan önce 800’lü yıllarda Urartu döneminden yerleşime açık olan Doğubeyazıt aslında İshakpaşa sarayının olduğu bölgedeymiş ama yıkılmış, yakılmış derken şimdi sadece o saraya 5 kilometre  mesafede kalmış, sanki 5 bin 137 metrelik zirvesi ile  Ağrı dağı’nın adeta gölgesinde Ağrı’nın mütevazi bir ilçesi. Bir çok kaynakta her halde bizim “savaşcı bir millet” olma özelliğimizden(!) olacak, Saray’ın Kartal yuvasını andıran şekilde sanki sırf saldırılara karşı korunsun diye yüksek bir tepeye kondurulduğundan da söz edilse de aslında saray, İpekyolu’nun kontrolünü de amaçlayan bir saray. Topkapı sarayından sonraki en ihtişamlı ve gösterişli İshak Paşa sarayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun “duraklama devri” olarak nitelendirilen ve de “lale devri”ni de kapsayan bu örnek mimari eserin yapımına Doğubayazıt Sancakbeyi Çolak Abdi paşa tarafından 1685 yılında başlanıp, 1784 yılında oğlu Çıldır Valisi İshak Paşa(ikinci)  ve torunu Mehmet Paşa tarafından tamamlandığı tüm kaynaklarda belirtiliyor.


Sarayın hemen önündeki levhadaki tarihçesi;
"1685 yılında İshakpaşa'nın babası Çolak Abdi paşa tarafından başlanan saray oğlu ishakpaşa tarafından tamamlanmıştır.1784.7600 metre kare alanı kapsayan binanın oturduğu zemin kayalıktır.Duvarların yüksekliği 12 ile 15 metre arasında değişir.İshak paşa sarayının planında türk sarayları geleneği düşünülmüş  ve bina teşkilatı kimeler şeklinde içiçe iki avlunun çerçevesinde toplamıştır.Birinci avluya ikinci avluyu tonozlu bir geçit bağlar.(10 metre uzunluğundadır).ikinci avlunun dört yanı bina kümeleri ile çevrilidir.sağ tarafta sarayın mabeyni ile selamlık teşkilatının bina kümeleri, bir cami ve camiye bitişik bir türbe yer almaktadır.kesme taşlarla muntazam olarak yapılan binanın görkemli yerlerinden birisi de som çelik kaplama kapısıdır.Bu kapı 1917 yılındaki Rus istilası sırasında Moskova’ya taşınmış olup halen Moskova müzesinde bulunmaktadır.(dense de bu som altın kapının aslında Saint Petersburg(Leningrad) kentindeki Dünyaca ünlü Hermitage Müzesi'ndedir)  1685 yılında inşaatına başlanan sarayın kalorifer,kanalizasyon ve su tertibatı bulunmaktadır.sarayın arkasındaki bahçe harem dairesinin  dinlenme yeridir."
“kartal yuvası” benzetmesini yapanlara hak veriyorum tabi, hele şimdiki haliyle. Saray da Selçuklu, Osmanlı, ve Türkistan gibi Ulusal Türk Mimarlık tarzı denmesinin yanında, yabancı kaynaklarda saray mimarisinde Selçuklu ve Osmanlı’nın yanı sıra Gürcü, Ermeni, İran tarzlarından da söz ediliyor. İshak paşa sarayının tamamlanmasından 21 yıl sonra, Fransa’dan Napolyon’un 1805 yılında İran’a ajan olarak gönderdiği ve İshakpaşa sarayı zindanlarından 4-5 ay yatan P. Amedie Jaubert’in seyahatnamesi veya Fransız araştırmacı Charles Texier’in “Description del Armenie la Perse et la Mesopatamie” kitabında anlattıkları bir yana, elbette  Johan Other, Piton Van Tournefort, Eug Bore, Eli Smith, James Brant, Friedrich Parroth J.B Fraser, Carl Ritter, J. Bront, Salih Hayri, Amedee Le Faure, coğrafyacı V. Guinet, R. Baulanger, Yusuf Mahzar, M. Akok, H. Gündoğdu  gibi batılı ve yerli bilim adamı, coğrafyacı, arkeolog, misyoner, mimar, arkeolog, sanat tarihçilerinin ve seyyahların yazdıklarını tenzih ederek kendimce İshakpaşa sarayını anlatmak istedim. 
“Saray”ları biz Topkapı Saray’ı ile öğrenmeye başladık sıradan bir insan için sarayın çok da fazla bir anlamı ve de önemi yok. Nede olsa biz ne sanat tarihçisiyiz, ne mimar ne de arkeolog gibi özel ilgi alanlarında kitaplar yazacak insanlar değiliz ama seyyahların yazdıkları da onları aratmayacak kadar etkileyici güzel yazılar. Hele İshak paşa sarayını okumakla da geziliyor ama yok ben yinede kaç kilometre uzakta olursanız olun gidilince o uzaklıklara değecek ve sizi mutlu edecek bir görmeden söz ediyorum. O saraya gidinceye kadar ne kadar yorgunluğunuz varsa, saraya ulaştığınızda o yorgunluk için “değer be” diyorsunuz. O görkem, o ihtişam, o bilgi, o sanat ister istemez insanı etkiliyor. Hatta bir de o zindanlarının hikayelerinden haberiniz varsa, o zaman gezdiğinizde tüylerinizin diken diken olduğunu hissediyorsunuz. Mahzenlerin de ben öyle oldum.7 bin 600 metrekare alanda kimi yabancı kaynaklarda 366 odası,  bizde ise 116 odası olduğu yazılan camisi, hamamı,haremi,kütüphanesi, zindanları,sukemeri, türbe, aşevi,  toplantı salonları, eğlence yerleri, mahkeme salonu,çeşitli hizmet odaları, oturma odaları, uşak ve seyis odaları, muhafız koğuşları, erzak depoları, cephanelik,her odada  ocak,  dolap  yerleri kanalizasyon sistemi ve merkezi ısıtma sistemi ile bir külliye.. Hiç bir şeyden anlamasanız da insanın etkilenmemesi mümkün değil kısaca, öylesi bir saray. Hani insan bir resim tablosuna bakarda ondan kendince bir şeyler anlar ya, bizde yanımızda herhangi bir rehber olmayınca aynen o saray karşısında öylece kalakaldık. Hele şimdiki mimarileri de gören bir nesil olarak, acaba o eski mimarlar gibi insanlar olmak çok mu kötüdür diye de düşünmeden edemedik.


Saray, Ağrı dağını görüyor mu?
Çeşitli kaynaklarda da İshakpaşa sarayının neden Ağrı Dağı’nı görmediğine ilişkin efsaneler yer alıyor. ilk gidişimizde Sultan Ahmet Vakfı Başkanı olan İbrahim amcam, Saray’ın çeşmelerinin musluklarının altın olduğunu ve  24 saat süt akıtıldığını belirttikten sonra, “Ağrı dağı, Saray’ı kıskanmasın” diye Saray’ın ağrı Dağı’nı göremeyecek şekilde yapıldığını söylediğinde, görünmez mi koskoca Ağrı dağı diye düşünüyordum Doğubayazıt’tan hareket ederken . Saray’a çıkana kadar da  Mutlaka görür diye düşündüm ama yanılmışım tabi özellikle de sarayın penceresinden Ağrı Dağı’nı görmek istedim ama olmadı, gözükmedi. En uç kısmına bile gittim yine de göremedim. Aslında ben böyle bir saray yapsaydım ve koskoca bir Ağrı dağı manzarası görmeyecek olsaydı herhalde yapmazdım diye düşündüm. Ama belki orada Ağrı dağının zirvesinden eksilmeyen kar ve tepesinden ayrılmayan bulutları, belki psikolojik olarak sürekli kış mevsimini hatırlatabilir diye mi düşünülmüştür? Öyle ya orası zaten soğuk bir iklime sahip bir yerleşim, kim bilir. Bana kalsa, öyle bir saraya, Ağrı Dağı manzarası çok yakışırdı. Bana göre Sarayın  tek kusuru bu eksik manzara işte, naparsın!.............. haberin tamamı için tıklayın

Ağrı Bildirgesi ve Nuh'un gemisi


  Doğubeyazıt’ta çay içerken akşam olmak üzereydi. Doğubeyazıt’ta mı kalmak lazım yoksa Iğdır’a gidip orada mı kalalım diye düşünürken, her ikisinden de vazgeçip, Ağrı Dağı’nın yamaçlarında yapılan şu temsili Nuh’un gemisine gitmeye karar verdik. Ama karanlık çökmeden bu gemiyi bulmalıydık. Kimseye de sormadık, nasılsa yoldan görürüz diye düşünmüştük. Yola koyulduk, Iğdır’a doğru ama o Sarısu vadisinde bir rüzgar esiyor ki sormayın,toz dumana karışıyor. insanı uçuruyor o derece sert bir rüzgardı. Zaten hız yapmıyoruz ama o rüzgarın sizi savurur gibi yapıyor olması da yetiyor. Rüzgarın hani bir melodisi vardır, ıslık gibi işte o melodi ile yol alırken biraz  da daha da fazlası olabilir mi kaygısı ile ürküyoruz ama çok değil tabi.
 Karabulak’a varmadan yolda duran vatandaşın birini alıyoruz arabaya, ona soruyoruz Nuh’un gemisi maketini. İyi ki de almışız, zaten hava kararmaya yüz tutmuş ve Nuhun gemisi maketi de zaten D 975 karayolu, yani E-99’dan da gözükmüyormuş. Elmagöl’e geçmeden yol dan sağa Korhan yaylası yoluna sapıyoruz, Ağrı dağı’na doğru. 1,5  kilometre sonra da zaten gemiyi görüyoruz. Daha yeni yapıldığı her halinden belli, ahşaplar pırıl pırıl parlıyor. Yanına varıyoruz, uzaktan küçük gözükse de yanına vardığınızda Ağrı dağı heybetinde değil ama o doğada insan eli ile yapılmış bir eseri görünce hele bir de yanında dalgalanan flamaları ile bu dağın yamacına insan elinin değmiş olması duygulandırıyor bizi.kilidi yok, kapısından içeri giriyoruz. Orada yukarıda esen o Rüzgar da yok ama soğuk vardı, geminin maketinin içinde ısınıyoruz.Geminin içinde ağaç kokusundan başka hiç bir şey yok. İnsanlar bir eser yapmışlar, ıssız bir dağ başında diyorsunuz ama sadece bu kadar mı?

Veya amaçları neydi? Değil mi? İşin o kısmını ben bu kameti yapanların sitesinden alıyorum;
“Ağrı Dağı’nda deniz seviyesinden 2,500 metre yükseklikte yeni Nuh’un Gemisi’nin yapım çalışmaları çoktan başladı. 10 metreye 4 metre uzunlugundaki gemi, dünya liderlerine sonuçları ağır olacak iklim felaketlerine karşı vaktimiz kalmadığı konusunda uyarıda bulunmak için Greenpeace tarafından inşa ediliyor. Greenpeace Akdeniz Enerji Uzmanı Hilal Atıcı “İklim değişikliğinin sellere, kuraklığa, sulak ve ekilebilir alanların tükenmesine, hastalıklara, savaşa, kitlesel göçlere, insanoğlunun Nuh’un zamanından beri görmediği acılara ve ölüme yol açacağından artık şüphe duyulmuyor. Gezegenimizin doğal koşulları geri döndürülemez bir şekilde değişecek. Siyasi liderlerin ise bu konuda ciddi sorumluluğu bulunuyor.”


Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler’in bilimsel kuruluşu olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC ) yayınladığı raporda felaketi doğruladı ve başa çıkmak için yapılması gerekenleri gösterdi: 2050 yılına kadar küresel sera gazı salımları yarıya indirilmeli. G8 ülkelerinin ise  salımlarını 2020 yılına kadar 1990 seviyelerine göre ortalama yüzde 30, 2050 yılına  kadar ise %80 azaltmaları gerekmektedir. Greenpeace’in yayınladığı Enerji Devrimi raporu ise hükümetlerin hemen harekete geçmesi halinde IPCC’nin yapılması gerektiğini belirttiği bu değişikliklerin ekonomik kalkınmaya zarar vermeden nasıl yapılacağını gösteriyor. 
Greenpeace Almanya’dan Andree Böhling ise, “Heiligendamm’da yapılacak olan G8 zirvesinde iklimi koruma konusunda bir çok konuşma yapılacak, fakat bu konuşmaların arkasından Greenpeace’in koyduğu indirim hedeflerine ulaşmak için uygulamaya geçmek gerekiyor. Aksi takdirde G8 zirvesi iklim değişikliğinden sadece bahsetmekle yetinecek ve tarihi bir fırsat daha kaçacak. Başbakan Angela Merkel’in G8’in ev sahibi olarak özel bir rolü olmalı ve Almanya,  2020’ye kadar %40’lık bir indirime gitme hedefini koyarak örnek ülke olmalıdır” dedi.


Nuh’un gemisinin hem aslına, hem de Greenpeace’in yaptığı modeline evsahipliği yapan Türkiye’de ise iklim değişikliğinin ciddiye alınmadığını belirten Hilal Atıcı şöyle devam etti:  “OECD ülkeleri içerisinde sera gazı salımları en hızlı artan ülke Türkiye ve gelişme adına endüstrileşmiş ülkelerin düştüğü hatalar tekrarlanarak tipik bir gelişmekte olan ülke örneği sergileniyor. Hepimiz Türkiye’nin ilk adımları olarak ...................haberin tamamı için tıklayın